0,00 TRY

Sepetinizde ürün yok!

Oğuzhan Murat Öztürk – Kayıtlar

51. Kayıt

Bugün 2020 Ramazan’ının ilk ve tek iftar organizasyonuna katıldım. Arkadaşımın yeni ofisinde 4 kişiden mürekkep iftar soframız, geçmiş Ramazanlar’ın rayihasını taşıyordu.

Recep Abi beni erkenden gelip aldı. İstanbul’un bir daha muhtemelen görmeyeceğim bölgelerine yolculuk yaptık. İki üç tane fırına uğradık. İstanbul’daki görüntü, hafiften başlayan trafik süreç öncesi zamanı hatırlatır nitelikte. Bir ara trafik sıkışıklığı bile yaşandı. İlk defa gittiğim Başakşehir taraflarında ilginç bir şekilde hala yeşil alanlar bulunduğunu gördüm.

Sokaktaki insanların büyük kısmı maske takıyordu. Bu da salgının ciddiyetinin büyük ölçüde anlaşıldığını gösterir.

Gün boyunca fena halde yorgunluk hissettim. Hatta bir ara arabada uyudum. Yorgunluk iftardan sonra da devam etti. Bu yazıyı bile gece değil 15.05.2020 sabahında yazıyorum.

Bu karantina sürecinin etkilerini süreç bittiğinde görebileceğiz. Şu an değil.

Yaşar Of’ta geçen bir yaşanmış olay anlattı. Oflunun birinin camide şemsiyesini çalmışlar. Kafasını dışarıya uzatmış, sinirli bir şekilde “Yağmur bitene kadar söveceğum size” demiş.

Bir de süreç bitene kadar söveceğiz diyebileceğimiz tipler mevcut. Kendi hayatını da başkasının hayatını da ciddiye almayan insan müsveddeleri. Böyleleri yüzünden belki de hasarsız atlatabileceğimiz süreci her gün 1600 küsur yeni vaka ile sürdürüyoruz.

Göktürk’ün paylaşımında gördüm Süleyman abinin vefat yıldönümü olduğunu. Kolay yetişmeyecek bir insan kolayca aramızdan göçüp gitmiş geçen sene bu zamanlar.

Kanlı canlı insanların bir süre sonra bizler için acı yahut tatlı hatıralar haline dönüşüvermeleri ne garip. Biz de birileri için öyle olacağız. Süleyman abiyi sürekli gülmeye hazır güleç bir yüzle hatırlayacağım. Sevimli bir sima ve muhabbetli bir karakter olarak.

Süreç biter bitmez Ankara’ya gitmek şart oldu. Haziran ayı bir umut ayı olabilir mi? Neden olmasın?

50. Kayıt

Dile kolay 50. Yazı. 50 gündür ahvalimizi bir şekilde yazıya dökmüşüz. Acizliğimizle, zaaf ve kusurlarımızla 50 gündür yazıyoruz.

Uyku düzenini iyiden iyiye kaybettim. Olur olmaz zamanlarda uyuyorum uyanıyorum. Bir daha uyuyorum falan.

Bugün iftardan sonra 2-3 bölüm The Office izledim. Bir iş yerinde kamera ile olan biten kaydediliyor. Steve Carrel’ın muazzam oyunculuğu muhakkak izlenmeli. Şu korona karantinası başladı başlayalı hiç bu kadar içten güldüğümü hatırlamıyorum. Kamera tarafından çekim yapıldığından işletmenin müdürü olan Carrel’in canlandırdığı Michael Scott karakteri fena halde kameralara oynuyor. Gereksiz nutuklar irad ediyor; şen şakrak bir patron olduğunu kanıtlamak için onları gücendirecek şakalar yapıyor. Rezil olsa da sürekli çuvallasa da yılmıyor aynı hareketleri sürdürüyor.

Bugün izlediğim bir bölümde kameranın önünde Jonh Krasinski’nin canlandırdığı Jim Halpert’e bağış yapmanın faziletlerinden bahsedip, kendisinin neden sadece 3 $ bağış yaptığını sorduğunda Halpert’in verdiği “Mil başına 3 $ toplamda 50 kâğıt eder,” cevabı üzerine kamera Carrel’ın yüzüne odaklanıyor. Aktörün 25 dolar bağış yaptığını sandığı ama gerçekte -hesapladım- 416 dolar bağış yaptığını anladığı an bu. Bir yandan kameranın çektiğinin bilincinde bir yandan “ne yaptım ben” ifadesi var suratında. Defalarca izledim ve gülmekten kendimden geçtim. Şimdi o meşhur karikatürü daha iyi anlıyorum: “Gülmeyi unuttuk be Hüseyin…”

Bu pervasız ve nihayetsiz gülüş aklıma nedense Yorgo Hacıdimitriadis’in Aşkale-Erzurum Günlüğü’nü getirdi. Günlükte okuduğumda beni çok duygulandıran satırları uzun süren ve salona yığdığım kitapları altüst etme pahasına aradım. Ama orada değil, bir arkadaşıma attığım sayfadan buldum. Aşkale’ye sürgüne gönderilmiş bu gayrimüslim vatandaşın 30 Mart 1943’te kaleme aldığı satırlar bugünkü anlık duygu geçişlerimize olan benzerliğiyle dikkat çekiyor:

“Koğuşa geldiğimde dışarıda bir arkadaş eğlenmek için Tan, İkdam, Cumhuriyet diye güya gazetaci gelmiş gibi bağırmağa başladı. Diline nüzul [inme] inmiş bir ihtiyar Rum arkadaş ciddi gazetaci geldi zannı ile koğuştan fırladı çıktı. Diğerleri kahkaha ve istihzaya başladılar. Ben de gülmemi tutamadım. Ancak gülüyorum zan ederken gözlerimden yaşlar akıyor ve ağlıyor olduğumun farkında oldum.”

49. Kayıt

Francis Ford Coppola’nın Dracula’sı ihtişamlı bir sahneyle açılır. Columbia Pictures’in elinde meşale tutan ve Özgürlük Heykeli’ni andıran ablasının sağladığı kısa süreli aydınlık yerini, siyah zeminde kırmızı renkle yazılan Columbia Pictures yazısına bırakır. Siyah fondaki bu kırmızılık kanlı sahneler izleyeceğimizin uyarısı gibidir. Kısa süreli bu geçişin peşi sıra ekranda sisler içerisinde Ayasofya Kilisesi görünür. Hayli ürkütücü bu görüntüden sonra kamera kilisenin tepesindeki Ortodoks haçına odaklanır, bu haç biraz sonra dumanlar içerisinde kaybolacak dumanlar dağıldığındaysa hızla yere düşerek parçalara ayrılacaktır.

Aynı binayı bu kez güneş sarısı bir fonda görürüz fakat bir farkla… Bu kez üzerinde haç değil bir hilalle. Hilal İslam’ın sembolüdür zira. Coppolla takip eden sahnede Türklerin Avrupa içlerine doğru yayılmasını da haritada Balkanlara doğru hareket eden bir hilal gölgesiyle anlatacaktır. Hani bugün sıklıkla kullanılan “haça çarpan hilal” diye bir söz vardır ya. Coppolla’da bunun zıddını buluruz, Prens Vlad Dracula hilale çarpan haçtır. Filme göre Türklere yenilgiler tattıran bu Hristiyan şövalye düşmanlarını kazıklara geçirmekteyken intikamcı Türkler şatosuna okla prensin öldüğüne dair bir haber uçurmuşlar, bu feci akıbete dayanamayan karısı kendisini nehre atarak intihar etmiştir.[1]

Şatoya dönen prens sevdiği kadının cansız bedeniyle karşılaşmanın şokunu henüz atlatmamışken Anthony Hopkins’in canlandırdığı rahibin kışkırtıcı sözlerine daha fazla tahammül edemez ve dev bir haçın tam ortasına kılıcını büyük bir öfkeyle saplayıverir.

Bu sahne simgesel olarak Tanrı’ya karşı yapılmış bir harekettir. Haçtan akan kan Tanrı’nın kanıdır. Ve eline geçirdiği kaseye bu kanı doldurarak içen prens sonsuz yaşamla lanetlenecek olan geleceğin Kont Dracula’sıdır.

Coppolla’nın Dracula’sının diğer Dracula’lardan tek farklı hikâyenin çıkış noktası olan Eflak voyvodasına yaptığı bu vurgu değildi şüphesiz, Coppola’nın Dracula’sı aşkı uğruna lanetlenmeyi ve ölmüş sevgilisine çok benzeyen bir kadın için okyanusları aşarak kendisine güç veren Transilvanya topraklarını da terk etmeyi göze alacak denli vefalı bir aşıktı. Hareket tarzını belirleyen kan arzusu ve canavarca hislerden ziyade sonsuz bir aşktı.

Coppolla’nın bu filmi vizyona girdiğinde arkadaşım Sinan beni çok seveceksin diyerek bu filme götürmüş ama ebedi şansızlığım burada da yakamı bırakmadığından biz sinemaya gittiğimizde film vizyondan kalkarak yerine A Few Good Men adlı film gösterime girmişti. O filme gitmiştik ama kendimi Dracula’yı izlemeye o kadar şartlandırmıştım ki filmi zoraki izlemiş ve hiçbir şey anlamamıştım.

Filmi seneler sonra tekrar izlemem yine Sinan’ın sayesinde olmuştu. Filmin VHS kasetini bana ödünç vermişti ve ben küçük kardeşimin sünnet düğünü için getirilen kamerayı televizyona bağlayıp filmi izleyebilmiştim.

Coppola’nın “Ölmeden evvel bir Dracula filmi çok çekmek istiyordum,” diyerek çektiği film, Sinan’ın anlattığına göre sinema severler tarafından pek tutulmamış ve izleyicilerin çoğu film bitmeden salonu terk etmişler “Love never dies” sloganıyla beraber aşık Dracula da tutmamış ama film kostüm, makyaj gibi dallarda akademinin takdirini görmüştü.

Film dvd ve vcd dönemlerinde de favori filmim olmuştu. Filmi o kadar çok seyretmiştim ki süreklilik hatalarını bile yakalar olmuştum. Mesela bir sahnede şapkanın üzerine oturma anı kesildiği için manasızca üzerine oturulmuş şapkaya isyan sahnesi vardı. Çıkarılan bir sahne işleri berbat etmişti anlaşılan.

Erzurum günlerimden birinde tam da bu Dracula filminin etkileriyle coşmuşken Hikmet Abi benimle konuşmak istemiş ve bir öğrenci evinde buluşmuştuk. Hikmet Abi Iğdırlı’ydı sevdiği kız Erzurumlu. Mezhep farkı açmazı söz konusuydu diye hatırlıyorum. Kızın babasının “Ben Doğuluyum” demesine Hikmet Abi’nin “Ben senden daha Doğuluyum” demesi kâr etmemişti anlaşılan. Iğdır’ın Erzurum’dan daha doğuda olmasının bir ehemmiyeti yoktu.

Hikmet Abi’nin benimle dertleşme isteği benim yerli yersiz Dracula filminden örnekler verme duvarıma çarpıp geri geliyordu. Adamcağız bir türlü konuya giremiyordu. Yine filmden örnek vererek “Dracula filminde…” diye başlayacak oldum Hikmet Abi daha fazla sabredemedi:

“Gardaş bırak Dracula’yı yav. Bir şey anlatacağım. Beni dinle bırak Dracula’yı…Ben sana Dracula’dan daha yakınım…”

[1] Radu Florescu’nun kitabında buna benzer bir hikâye anlatılıyor. Ama o versiyonda Rumen asıllı bir Yeniçeri şatodakileri uyarmak için böyle bir haber veriyor.

48. Kayıt

Tam 47 gündür yazıyorum. Günlerin, ayların, saatlerin bir ehemmiyetinin kalmadığı bir demde belki de muntazaman sürdürdüğüm tek şey bu günlüğü yazmak. Zaman kavramının manasını bu denli yitirdiği böylesi bir dönemi hatırlamıyorum. Hani Tanpınar diyor ya “Ne içindeyim zamanın, Ne de büsbütün dışında,” işte biz o zamanın büsbütün dışındayız şimdi. Öyle dışındayız ki Ramazan’ın kaçıncı gününde olduğumuzu Hasan Erimez’in senaryosunu yazdığı dizinin kaçıncı bölümünün yayınlandığından çıkarabiliyorum.

Hatırasız, keyifsiz ve Ramazan’ın feyiz ve bereketinden uzakta bir Ramazan geçiriyoruz. Böylesi bir Ramazan’ın sonu bayrama çıkar mı? Sanmıyorum.

Dün bir sohbette iş hayatında yakasını bir türlü talihsizliklerden sıyıramamış arkadaşım “Enkazın altındayız” dedi “Ne kaybettiğimizi enkazdan çıkınca anlayacağız.” Haklı.

Anladığım kadarıyla rakamlar gözle görülür bir şekilde azalıyor. Haydi inşallah.

Bugün balkona hamak kurma girişimim başarısızlıkla sonuçlandı. Dert değil ama kafamda bir arkadaşın yardımıyla balkonu kullanışlı hale getirme fikri oluştu. Tek sorun iki tarafta da kapı bulunması. Halledilir bir şekilde sanırım.

Zihnim bir kitap mezarlığına döndü. Bir şey okuyamıyorum. Hiçbir kitabı bitiremiyorum. Ondan üç bundan beş sayfa. Geceleri çalışmakta sorun yok. Kendi kitabıma ait olacak birkaç yazıyı yazmam gerekiyor. Kara Emin pehlivan mesela. Kara Emin için Kurtdereli Mehmet “Pehlivanlığın divan-ı harbidir” demiş. Kara Emin’in bir başka özelliği de hükümete komplo düzenlemek suçuyla yakalanan Yakup Cemil’in korkudan kimsenin alamadığı tabancalarını ondan cebren almış olması. Kafamda bir şeyler belirdi bakalım, çıkacak bir şeyler.

Köbok’u eve aldım yanımda uzanıyor şu an. Keyfi yerinde o dilleri lâl miyavlamaktan aciz hayvancağız beni görünce demir kapıya yaslanıp feryat edip içeriye girmek istedi, kayıtsız kalamadım.

Keyifli bir şeyler yapmak lazım, lakin ne filmler güldürüyor ne kitaplara tutunabiliyoruz ne de başka bir şeyle avunabiliyoruz.

Tekrar The Office dizisini izlemek keyifli bir alternatif olabilir. Steve Carrel’ın muazzam oyunculuğu için bile izlenir. Okuyucularıma tavsiye ederim. Bu arada burada yazdıklarımın az da olsa takip ediliyor olması hoşuma gitmedi değil. Müspet yahut menfi olsun bir şekilde yapılanın bir karşılığının olması güzel.

Bir çeviri üzerine çalışmaya başladık çok zor olacağa benziyor. Altından kalkabilirsek güzel olacak.

Tarihiçevir’de Ramazan Güreşleri serisi fena olmadı. Evvelden yayınlanmamış çok sayıda metine ulaşıp yayınladık. Özellikle Filiz Ferhatoğlu’nun hayranlık uyandırıcı hız ve kabiliyetle çevirdiği metinler çok iş gördü. Söz uçar yazı kalır. Buradan bir kez daha teşekkür ediyorum. Yine de ulaşmak istediğimiz 23 Ekim 1910 tarihli bir metne bir türlü ulaşmayı başaramadık. Nasip.

Yarın yeni bir gün. Geride bıraktığımız her gün felaha yaklaşacağımız bir adım olur inşallah. Bu gecenin duası bu olsun.

spot_img

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz