6. Kayıt
Sonradan Samime Sanay’ın Sevgi Üzerine Sohbet albümündeki şarkılardan biri olduğunu öğrendiğim Bir İlkbahar Sabahı şarkısını Gaye Su Akyol’dan son ses dinleyerek soruları çoğaltıyorum bu günlerde. Haydi, şimdi şarkıyı açın ve bundan sonraki kısmı öyle okuyun. (Üşengeçlere link: https://www.youtube.com/watch?v=2kg-BiMSllU )
“Bir ilkbahar sabahı güneşle uyandın mı hiç?
Çılgın gibi koşarak kırlara uzandın mı hiç?”
Çılgın gibi koşup kırlara uzanma kısmında bir anı canlanıyor zihnimde, ta çocukluktan. Yalova’da bir parktayız. Küçük yokuşlar var, çimlerle kaplı. Koşarak en yukarı çıkıyoruz kız kardeşim ve kuzenimle; yan yatıp bayır aşağı bırakıyoruz kendimizi; yuvarlana yuvarlana. Şu an yazarken bile alık bir gülümse belirdi yüzümde. Kahkahalarla yuvarlandığımız çok eğlenceli bir gündü. Bir de üniversitedeyken bölümümüzün gelenekselleştirdiği (1. Geleneksel-dil çıkaran emoji-) Hıdırellez piknikleri aklıma geliyor. Piknik öncesinde koli koli yumurta haşlayıp boyamıştık, maniler yazmıştık; piknikte kilit açmalar, mani çekmeler, şarkılar çalıp söylemeler, dilek ağacına çaput bağlamalar, ip atlamalar… Şenlikli günlerdi. Evet evet, kısmet açtırma kuyruğuna ben de girmiştim hatta sonrasında hocam bana el vermişti de ben devam ettirmiştim. (Hani ihtiyacı olan varsa pandemi günlerinde biz de yolumuzu bulalım değil mi?)
Beni bu güzel hatıralara götüren sorulardan sonra sorular bir parça ciddileşiyor.
“Bir his dolup içine uçuyorum sandın mı hiç?”
Bu soruyla çağrışımsal şekilde mutluluk geliyor aklıma ama Turgut Uyar gibi ancak mutsuzluktan bahsedebilirim size. “Mutsuzluktan söz etmek istiyorum/Dikey ve yatay mutsuzluktan/Mükemmel mutsuzluğundan insan soyunun/Sevgim acıyor.” Mutluluğun yahut mutsuzluğun türlü ilişiği, bileşeni, boyutu var; mutluluktan ne anladığımız, hangi anlam zeminlerine ayaklarımızı bastığımız, algılarımız, doyum eşiklerimiz hatta yaşamımız boyunca tecrübe ettiklerimiz, etmediklerimiz kapsamı genişletebilecek girift bir konu. (Mutlu insanlar bu meseleyi bu kadar derinlemesine irdelemiyorlardır.) Ah! Mutlu insanlar demişken üniversite 1. sınıftayız; Eski Türk Edebiyatı dersinin ilk dersi, hocamız neden edebiyat bölümünü seçtiğimizi ve nereli olduğumuzu söyleyerek kendimizi tanıtmamızı istedi. Kulakları çınlasın arkadaşımız Raşit, “Mutluyum” dedi; hocamız da “Eyvallah yahu hepimiz mutluyuz” diyerek tebessüm etmişti ki Raşit düzeltti “Mersin Mut, hocam.” Sınıfça katıla katıla gülmüştük.
Mutsuzluk bir lanet gibi aman adını bile anmayalım, olur ya gelir ve bizde kalır. Bir yanda mutluluk, şaşaalı, ışıl ışıl. Mutluluğu tek başına yaşamamız bile anlamsız, vitrinlerimizi parlatalım. Hatta şuna doğru gidiyor; vitrinlerimizde ışıldamayan mutluluk, mutluluk değildir. Bu çağ, bize sürekli mutlu olmayı dayatıyor üstelik birtakım normlarla belirlenmiş tek tip mutluluğu. Zavallı insan bir bilgisayar oyununun başkarakteri gibi bu dayatılmış çeşit çeşit mutlulukların peşinde koşa koşa enerjisini, zamanını heba ediyor üstelik mutlu da olamıyor. Bir narkoz hali! Duyu yitimi, bilinç yitimi, hareket yitimi… Düşünce yitimi, düş yitimi, anlam yitimi. Rasyonalist modern insan için ne safsata ama düş falan! Yalom’un Varoluşçu Psikoterapi adlı eserinin “Anlamsızlık” başlıklı bölümünde anlattığı bir anekdottan bahsetmek istiyorum. Açık bir alana tuğla taşımakla görevli bir grup mutlu moron varmış. Bunlar tuğlaların hepsini alanın bir ucuna dizer dizmez, tekrar karşı tarafa dizmeye başlıyorlarmış. Bu iş her gün durmaksızın devam ediyormuş. Bir gün moronlardan biri kendi kendine ne yaptığını soracak kadar duraksamış. Tuğlaları taşımanın ne gibi bir amacı olduğunu düşünmüş ve o andan itibaren yaptığı işten memnun olmamaya başlamış. Bu anekdot şöyle bitiyor: “Ben işte tuğlaları neden taşıdığını merak eden moronum.”
Rasyonalist insan sınırları çizilmiş oyun sahasında kuralına uygun şekilde oyununu sürdürmeye bayılıyor, bir de ad takmış oyununa: hayatın içinde olmak! Oyuna tabi olanlar yani oyunlarla yaşayanlar belki başka bir deyişle oyunsuz yaşayamayanlar kendi gerçeklerini istemekten korkuyorlar; onlar için elzem olan oyundaki yerini muhafaza etmek ve rolünü hakkıyla yerine getirmek. Konformizm! Aynı kitabın aynı bölümünden başka bir alıntı da çok hoşuma gidiyor. “Huzur içinde yaşamak –her zaman mükemmel bir huzur içinde. Anlıyorum. Her zaman “özür dilerim” ve “teşekkür ederim” demek. İstenen şey bu öyle mi? Doğru şey. Onların Doğru Şey’i.”
Öncesinde bahsetmiş miydim bilmiyorum ama bir keresinde gerçek manada oyun dışı edildiğim bir hatıra geldi şimdi aklıma. Lisede hazırlık sınıfındayız ve yılsonunda sergilenecek İngilizce bir tiyatro oyunu için seçmeler var. O zamanlar tiyatroya aşığım. Oyundaki yaşlı büyükanne rolünü aldım ama bir kural var provalara katılmayan oyun dışı kalacak. Bu kuraldan mıdır nedir o oyundaki pek çok arkadaşımın başına iş geldi. Kimi attan düştü, kimi yüz felci geçirdi; ben de hasta olduğum bir gün provalara gidemedim. Hocamız çok disiplinliydi beni almış oyundan. Ama ben de o oyunda olmayı nasıl istiyorum, kendimi anlatmak için hocanın peşinden ayrılmıyorum çünkü yılsonu programında sergilenecek tek büyük oyun oydu. “Bir şartla Merve” dedi; o kadar çok istiyorum ki her ne ise elbette kabul edeceğim, “Bir karakter yaratacaksın, oyuna yerleştireceksin ve metnini sen yazacaksın.” Anında ümitsizliğe kapılmıştım. İçimden böyle bir şeyi yapamayacağımı bildiğinden herhalde bu şartı koştu diye geçirdim. Boynumu büküp tamam deyip yürüdüm. Tastamam yazılmış bir tiyatro metni, evirdim çevirdim; o oyunda olmak istiyordum tek bildiğim buydu. Bir karakter uydurdum, şımarık bir kuzen, telefonlara baktırdım, sahne geçişlerine yerleştirdim; istediğim gibi bir karakter yarattım ve istediğim kadar oyunun istediğim yerinde rol yazdım. Ve o oyunda sahne aldım. Hocam, insanın hikâyesini ancak kendisinin yazabileceğini öğrettiğiniz için teşekkür ederim. Bir metin, bir hikâye hiçbir zaman tastamam değildir ve sonsuz ihtimal vardır onu yeniden yeniden yazmak için. (Buraya Paul Auster’ın New York Üçlemesi’nden bir alıntıyı sıkıştıracağım: “Fakat kaçırılmış şanslar, yakalananlar kadar hayatın bir parçasıdır ve bir hikâye, gerçekleşme ihtimali üzerinden yaşayamaz.”) Bir insan ölmedikçe bitmez hikâyesi, oyunlarınızdan alışık olduğunuz konum ve değer biçme işi için aceleci olmayın, sabredin. (Şarkıdan nerelere geldik böyle; oyun ve mutsuzluk üzerine müstakil bir yazı kaleme almak gerek belki de.)
Sorularla devam edelim.
“Albümdeki o resme bakıp da ağladın mı hiç?
Mazideki günlere kalbini bağladın mı hiç?”
“Unutmayıp adını senelerce andın mı hiç?”
Hocağğğm! İstediğimiz sorudan başlayabilir miyiz? Hocam sorular kaç puan yazmamışsınız. Hocam bizde albüm yok, telefonun galerisine bakıp ağladıklarımız da sayılır mı?
“Geçen günlere yazık yazık etmişsin gönül sen.
Öyleyse hiç sevmemiş sevilmemişsin gönül sen.”
Geçen günlere sahiden yazık mı ettik gönül? Günleri ne ile, ne uğruna geçiriyoruz?
Ahmet Hamdi Tanpınar, Bir Yol öyküsünde soruyor: “Ömrünü, ömrünü ne yaptın?” ve ekliyor “Hâlbuki bir ömür yaşanmağa değer bir şeydir.”
Son deyiş niyetine Haydar Ergülen’in, çok sevdiğim
“Yüreğimden başka taşıyacak yüküm yok
Sayılmazsa göğsümden düşen kuş ölüleri”
dizelerinin de yer aldığı şiirinden başka dizelerle bitirelim.
“Sonunda bir soru gibi kaldım yine kendimle
…
Sahi ben hiç ömrümü kendime yaşadım mı?”
5. Kayıt
Şayet birçok kez başlayıp bir sona vardıramadığımdan yayımlamadığım günlük kayıtlarına bir yenisini eklemiyorsam hayli zaman sonra bu kayıtla bugün (Haziran14, 2020) aranızda olacağım. Koronayla ilgili haberleri takip etmeyi bırakalı biraz oluyor; yine de Twitter’da karşıma çıkmıyor değil. Şu günlerde yeni normalleşme adımları, kuralları, takvimi gibi birtakım planlarla eskisi gibi olmaya çalışıyoruz. NORMAL. Yani “1. Kurala uygun, alışılagelen, olağan, düzgülü, aşırılığı olmayan, uygun”; “2. Aşırılığı, eksikliği ve taşkınlığı olmama, ortalama durum.” Anormal olmaktan korkan insanoğluna kendini temize çekmesi için ne büyük fırsat! (“Anormal: 1. Genel olana, alışılmışa ve kurala aykırı olan, normal olmayan, düzgüsüz; 2. Dengesi yerinde olmayan, davranışı bozuk olan, deli, sapık.”) Korkuyoruz! Anormal olmaktan “bozukluk” ile “delilik” ile damgalanmaktan korkuyoruz. Normal olan her şey “korkunun üstünü ört, korkunun yüzüne bakma!” diye telkin ediyor. Hâlbuki korkusunun yüzüne bakan insan kendi yüzüne bakar!
Virüs yüzünden yaklaşık iki ay gibi bir süre kendimizi evlerimize kapattık. Bu süreci kendi tecrübem üzerinden kısaca özetleyerek hatırlamak ve hatırlatmak istiyorum. 10 Mart Salı Türkiye’deki ilk korona virüs vakası açıklanmış; o gece bir yazıyla uğraştığım için saat 03.00 civarı bundan haberdar olmuştum. Herkes gibi haberin detaylarını merak ettim ve sonrası için endişe duydum. Yanılmıyorsam 12 Mart’ta açıklanan karar ile okulların tatil edileceği açıklandı ve 13 Mart Cuma son dersi yaptığımızı bilerek öğrencilerimle vedalaştım. Okullar için uygulanan pek çok tedbir diğer kurumlar ve sosyal mekânlar için de uygulanmaya başlandı ve en son gelinen noktada evde kal denildi; dünyadan/evrenden mecburi bir elini eteğini çekme hali. Bu süreç hepimiz için zor oldu; belki de tek dünyamızın/evrenimizin “dışarı”sı olmasındandır. Mecburi oyalanmalarımız artık yoktu. Bir yanda bilinmeyen bir şey, virüs; öbür yanda kendimiz – muhakkak virüsten daha az bildiğimiz kendimiz- ev(?)lerimizde kalakaldık. İşte her şey burada başladı. Evde kalmak belki benim için zor değildi lakin bilinmezliğin ve belirsizliğin beslediği kaygı, günden güne baş edilmez hale geliyordu. Kitaplara kaç, öğrencilerine kaç, kalemine kaç, arkadaşlarına kaç, Twitter’daki mizaha kaç, Instagram’daki influencer reklamlarına kaç (garip midir bilmem bu influencer kelimesi de hep influenza virüsünü çağrıştırıyor), canlı yayınlara, görüntülü konuşmalara kaç, mutfağa kaç, uykuya kaç hatta uykusuzluğa kaç! Evde kendimle bir saklambaç, kendimle bir köşe kapmaca oynamaya başladım. Zaten mutsuzdum, uzun süredir mutsuzdum; karantina şartları mutsuzluğumu pekiştiriyordu. Madem koşuyorsun sadece korkularından değil, mutsuzluğundan da kaç! Korkularımdan ve mutsuzluğumdan kaçıp neye koştuysam orada korkularım ve mutsuzluğumla burun buruna geldim.
Durdum.
Zaten her şey durmamış mıydı?
Hayat dediğimiz o dışarısı belki de hiç görmediğim kadar tenhaydı. Çoğu zaman “bir insanı sevmekle başlıyor –olabiliyor- her şey” ama insan kendini sevmezse hiçbir şey ilerlemiyor. Kendini sevmekten kastım, kendini tepeden tırnağa saran bir zırhı kuşanıp o kırılmaz biblocuğu üst raflara kaldırmak yahut her gün cilalamak değil; kendini sevmekten kastım, inandığın yolda yaralanacağını bile bile yürümeyi sürdürürken yaralarını sevmek. Yanılmıyorsam Cemil Meriç, “Yaralarımız kimliğimizdir” diyordu. Kendini sevmek düzgülerle (normlarla) düzülmemek -anormal olmakla eş anlamlı mıdır bilmiyorum- yani bir şahsiyet ve hüviyet sahibi olmak. Arno Gruen, adını çok sevdiğim o kitabında, Normalliğin Deliliği’nde, “Hepimiz, bize içteki kaosun acısından kaçmayı zorla kabul ettiren uygarlığımız tarafından şekillendirildik. Korkunun üstü örtülmelidir, korkunun yüzüne bakmamak gerekir. “Sağlıklı olmak” böylelikle, karmaşık bir iç yaşamın hastalığını gizlemek üzere çok etkin bir şaşırtmaca oyunu haline gelir. Sonunda kişi hasta mı yoksa çaresiz mi olduğunu kendisi bile bilemez olur” der. Hasta mıyız, çaresiz miyiz, mutsuz muyuz yoksa kendimize mi yabancıyız bilemiyoruz.
Eski normalimizde “korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta/her şey naylondandı o kadar.”
Hâlbuki showun Truman’ı/true man’i olmak isteyen için korku hep var ve var olacak.
Normalleşiyoruz; bence asıl şimdi birçoğumuz evine dönüyor; çünkü evimiz/evrenimiz, eğer kendimizi güvende hissettiğimiz o korunma ve konfor mekânıysa ve içeride olmak bize korku salıyorsa dışarıyı ev biliriz. Bir korunma mekânı olarak bilinen evin bizi vahşi hayvanlardan, sıcaklardan, soğuklardan, haydutlardan koruyan misyonu da yeni tip ev ile yeniden şekilleniyor; bizi kendimizden, düşünmekten, ölçmekten, tartmaktan, sorgulamaktan, aramaktan koruyan her konfor mekânını ev bilme yanılsamasına düşüyoruz.
Aslında ilk vakanın açıklanmasıyla başlayan süreç teoride halvetle, çile çekmeyle o kadar çok örtüşüyor ki halvetin üç aşaması Robert Frager tarafından şöyle açıklanır: “ilk aşama evden yani bilinenden, alışılandan, dünyevî olandan ayrılmaktır. İkinci aşama bilinmeyene, genellikle sır, güç ve meydan okuma gibi dramatik biçimde farklılık gösteren tecrübeler dünyasına giriş aşamasıdır. Üçüncü aşama ise; eve dönüştür. Birçok yönüyle bu bölüm seyahatin en önemli kısmıdır. Önemi ne öğrendiğimiz, nasıl değiştiğimiz ve geriye beraberimizde ne getirdiğimizle bağlantılıdır.” Sait Faik’in “insansız hiçbir şeyin güzelliği yok, her şey onun sayesinde, onunla güzel” dediği, Yahya Kemal’in “insanın biricik ufku yine insandır” dediği yere elbet döneceğiz; esasında bugünlerde dönüyoruz ama nasıl normalleşerek mi? NEYLEŞİYORUZ?
Bütün varışların yanılmak için olduğu bu yol*da neyleşiyoruz? (*Şöyle enfes bir Mahmut Temizyürek şiiridir: “kendime baktım, baktım ki herkes orda/habil kabil dünyaya dağılmış kardeşler/ağzımda baharat tadı dolaşıp durdum şehirleri/aslolan yolmuş yanılmak içinmiş bütün varışlar.”
Herkes böylesine bana kör böylesine bana sağır olmasaydı ben kendi içimde inşa ettiğim çilehaneye nasıl tuğla bulacaktım? Nasıl gözlerimi ve kulaklarımı kendime açacaktım? Nasıl yol alacaktım?
Lafı epey uzattım ve sanırım hayli de dağınık yazdım aslında daha da yazasım var; sanırım eski bir huy, lisedeyken de sınav haftasında ders çalışmak yerine oturur günlük yazardım; şimdiyse gidip bir bildiriyi yazmam gerekirken burada.
Nasip olursa yine yazarım!
“Günaydın ve olur da görüşemezsek iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler.”
4. Kayıt
Bugün 6 Mayıs, dedem toprağa konalı 18 sene olmuş. Dedem, yol bilmez iz bilmez, okuma yazması yok; mahşeri andıran deprem kargaşasının ortasına bizim için sorgusuz sualsiz atmış kendini; Yozgat’tan çıkmış, Yalova-Çiftlikköy yoluna düşmüş. Allah işini rast getirmiş ki Bursa’nın bir köyünde, dağ eteklerinde buldu bizi. Dedemin okuma yazma bilmezken, yol iz bilmezken çıkıp bizi bulmaya, almaya gelmesi hâlâ bugün bile hayret içinde bırakır beni. Sonra sevgi böyle bir şey herhalde diye düşünürüm; koşulsuz sevgi, insanın kendini, koşullarını, korkularını, kaygılarını ve gücünü aşan bir şey. Vefatından 18 sene sonra bugün belki ilk kez dedemi ‘gerçekten’ anlayabiliyorum –yahut öyle sanıyorum- o da asla bütünüyle ve tüm derinliğiyle değil. Böyle olmamasını dilerdim, keşke dönüşsüz yollara girmeden ‘ayrılığı, acıyı veya ölümü’ tatmadan anlayabilsek birbirimizi. Ama sanıyorum ki ötekini anlayabilme marifetini, o ‘ayrılık, acı veya ölüm’ kazandırıyor bize.
Bugün 6 Mayıs, baharın, kavuşmanın, tazeliğin, yenilenmenin, yeşillenmenin bayramı, Hıdırellez. Hafızamı tazelemek ve bildiklerime yenisini eklemek için anneannemi aradım. Anneannem, ileri yaşına rağmen güçlü hafızasıyla tam bir sözlü kültür kaynağı, bu yüzden bildiği her şeyi öğrenmek ve kayıt altına almak istiyorum. Hıdırellez üzerine uzun uzun sohbet ettik; ben sordum o anlattı, anlatırken o yıllara gidiyor, biliyorum, sesinin tınısından, coşkusundan. Anneannem anlatırken kelimelerinden bir sahne kuruluyor zihnimde o sahnede anneannemin gençliğini, coşkusunu, heyecanını, mutluluğunu izliyorum; bir sahne de şimdide var o sahnedeyse anneannemin şimdisini, özlemini, burukluğunu, görmüş geçirmişliğini izliyorum. Baba evinde geçirdiği Hıdırellezleri hatırlıyor, annesinin kurduğu sofraları “Evlendikten sonra da Hıdırellez’i (anneannemin deyişiyle ‘Adelez’i) kutladık ama babamın evinde annemin hazırladıkları gibi değildi” diye ekliyor. Burukluğun sesini ele geçirmesine izin vermeden hevesle “Merve, yakın olsaydınız ben size çok şey öğretirdim”diyor; “Anneannem, sen bana çok şey öğrettin, öğretiyorsun.”
Bugün 6 Mayıs, bu bahar hiçbir saksıya çiçek ekmedim hâlbuki her bahar yeni çiçekler ekmeyi severim; mesela muhakkak sümbül olur aralarında, çünkü sümbül en umutsuz anlarımda dahi o tarif edilmez hoş kokusuyla beni gülümsetir. Fidan vermiş bir tohum, tomurcuklanmış bir çiçek ile yavaşlar, soluklanır, şükrederim. Bu bahar karantina karamsarlığına umut ektim. [Böyle yazarken sözlü anlatım dersini verdiğim her dönem öğrencilerime izlettiğim bir kısa film aklıma geldi; onu anmak isterim: World Builder. (Hatta ilgileneni için link bırakayım, kolaylık olsun: https://www.youtube.com/watch?v=VzFpg271sm8 )]
Aslında bu yazıyı uzun planlamıştım; anlatmak istediğim birçok şey vardı ama kısa filmi anımsamamla yazı, doğal bir sona erdi. Kısa film, bu kayıtta sevgiye, bağlara, doğaya, mutluluğa, geçmişe, geleceğe, şükre, keşkelere ve sayamadığım diğer şeylere dair söylediklerimi ve söylemek istediklerimi, benim kelimelerimden daha etkili üstelik tek kelime etmeden anlatıyor. E o zaman sözü uzatmayalım, buyurun izleyin. Son.
Bazı sonlar hiç ummadık anda böyle kendini doğuruyor işte. Sağlık olsun!
3. Kayıt
“Hastane önünde incir ağacı/Annem ağacı/Doktor bulamadı bana ilacı/Annem ilacı.”
Bugün hava yağmurlu. Üzerimde ölüm haberlerinin kasveti ve hüznü var. Bir kuş nasıl ölür bilmediğim bir yaşta tanıştım ölümle. Adını ‘Canısı’ –o zamanlar çok popüler olan İbrahim Erkal şarkısı ki teyzem o şarkıyı çok severdi- koyduğumuz muhabbet kuşumuzu bir okul dönüşü kafesin zeminine sırtüstü düşmüş gördüğümde dahi ölümü aklıma getirmeyecek kadar ölümden bihaberdim. Kafesi bir iki salladım, ses çıkardım –uyuyorsa uyansın diye ah ne masumiyet!- sonra koşarak “Babaaaa! Kuşa bir şey olmuş!” diye bağırdım.
“Kuş öldü
Küçücük bir yorgunluktu ölmeden önce.”
Sessiz ve ağıtsız bir törenle arka bahçedeki ceviz ağacının dibine gömdük onu. Ulu bir ceviz ağacının dibinde, dalından yeni düşmüş bir yaprak gibi canlı yeşil renkli ama cansız bir kuş; o törenden hafızamda kalan görkemli imge. Kuş tüyü hafifliğindeki bu ön tanışmadan sonra önce 1999 Ağustos’unda sonra Aralık’ında esaslı bir tanışmamız oldu ölümle. Gördüğüm ilk cenaze teyzeminkiydi. Teyzem, sırdaşım, düş arkadaşım, dert ortağımdı. Ramazandı, dertop, sus pus bir sürü kadın toplanmıştı, anneannemi o kalabalığın orta yerinde görmüş, tüm odalarda teyzemi aramıştım. “Anne, teyzem nerede?” Bir başkası cevap verdi: “Teyzen size cennetten çiçek toplamaya gitti.” Kavuşmayı müjdeleyen umutlu bir cümle oluşundan mı, çocukluktan mı kederlenmemiştim. Günler günler sonra herkes dağılıp da biz bize kaldığımız bir öğle vakti, tüm ev ahalisi avazla ağlamıştık. Yirmi yıl oldu; teyzem, ailece bir araya geldiğimiz anlarda anneannemin bir ahında, bir ağıtında, bir iç çekişinde hep bizimle birlikte.
Ölüm üzerine hangi sözü söylemeli? Ölümün acısını dindirecek bir avuntu bilmiyorum.
2. Kayıt
‘Yazma’yla ilk sıkı münasebetim günlük tutma vesilesiyle olmuştu. İlk sayfalarını kendisinin kaleme aldığı süslü –ve hatta belki kokulu- bir defter hediye etmişti babam. O defter, zaman içerisinde ‘her şeyi ve herkesi konuşabildiğim bir arkadaş’ oldu benim için. Böyle bir arkadaşa sahip olmak ne büyük saadet bilir misiniz? İnsanın kendisine söyleyemediği şeyleri bile kırıp dökmeden fısıldayan bir uzun zaman arkadaşı… Gün bitse, kalabalık azalsa da günlüğüme bir şeyler yazabilsem dediğim anları iple çeker olmuştum zaman içinde. “ ‘Yalnız değilsin!’ İşte insanın insana verebileceği en büyük teselli.” cümlesiyle –ve birçok öyküsüyle- bana ‘yalnız değilsin’ diyen Fikret Ürgüp’ün tarifindeki gibi –“her zaman felaketimiz olacak gizli badireler gibi, yaşamanın alelade gizli güçlükleri, hallolunmaz insan münasebetleri ve kişi ile toplumun barışmasına engel olan güçlükler içinde iki insanın birbirine sokulması”[1]– bir dostluk kurulmuştu kendi satırlarımla aramda. Tarif, iki insanı konu etmesi sebebiyle belki sınırlı; çünkü insan, Ürgüp’ün saydığı -ve arttırabilir- zamanlarda, ölmüş bir yazara, bir edebi metne, bir rüyaya, gerçekleşmemiş bir hayale, geçmişe, hatıralara ve birçok başka şeye sokulabilir. Bir günlük, benim için, -yine Ürgüp’ün adlandırmasından mülhem- ‘dosdoğru’ bir dosttur. “Sosyal mesafe”, “sosyal yalıtım” kelime gruplarının herkesin diline pelesenk olduğu bu günlerde, belki de bir iç yaşam mekânı, günlük yahut yazı. ‘Normalliğin deliliği’nden uzaklaşma imkânı bulunca kendi kendine konuşmanın hazzını duyuyor insan. Anlamayan, anlamadığı şeyi kırıp dökerek anlatmaya çalışan, hesap soran, yargılayan, adlar koyup etiketler yapıştıran cüretkâr ötekinden uzaklaşmak insanın kendine doğru atabileceği en büyük adım olsa gerek. Neredeyse ‘İyi ki karantinadayız!’ neticesine varacak satırlarımı bir kenara bırakırsak “Yalnızlık. Yalnızlık güzel. Güzel değil. Kavun acısı.”[2]
“Günlerden Pazartesi.” “Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek. Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.”[3] Başlıyor, bitiyor ve yeniden başlayıp bitiyor. Sisifos’un yazgısını önce alnına –sonra günlüğüne- kendi kalemiyle yazan insan, elbette kendine bundan daha korkunç bir ceza veremezdi.
[1] İbrahim Tüzer, Fikret Ürgüp Deliler Dünyasında Bir Marjinal
[2] Sait Faik Abasıyanık, Alemdağ’da Var Bir Yılan, Yalnızlığın Yarattığı İnsan
[3] Sait Faik Abasıyanık, Alemdağ’da Var Bir Yılan, aynı adlı öykü.
1.Kayıt (04.2020)
Bu sabah, içimde durdurulamaz bir yazma arzusuyla uyandım ve şu an buradayım. En başından beri, içinde bulunduğumuz hâl ve oradan hareketle kendim üzere tefekkürdeyim; lakin bu tefekkür hâli, beni yormuyor değil; bazı bazı ansızın Bir Adam Yaratmak’ın Hüsrev’i kesiliyorum:
“Ben başkalarının düşünmemeğe mahkûm olduğu kadar düşünmeğe mahkûmum. Osman! Pencereleri açmak istiyorum. Başımı soğuk havaya uzatmak ve köpekler gibi haykırarak halkı penceremin altına toplamak istiyorum. Düşünmek istemiyorum diye bağırmak, ulumak istiyorum. Osman, düşünmek istemiyorum! Düşünmek istemiyorum.”
Ne vakit oldu bilmiyorum; kendimle kendim arasında bir perde aralandı ve ben, kendimi ve dünyayı tüm çıplaklığı ile görmek istedim -mümkün olmayacağını bildiğim hâlde- işte o vakitten bu vakte bir düşünme hâli hastalık gibi sirayet eder durur oldu bende. Öyle ki sadece ‘herkes’in içinde ‘herkes’ gibi olabildiğim çok az vakitlerde kurtuldum bu hâlden. Hâlbuki ne güzeldir herkesin içinde herkes gibi olmak; sık sık saate bakmak ve bir yere, bir şeye yetişmeye çalışmak; yaşamak telaşının içinde kendini unutmak! Köklerimizi ve gözlerimizi dışarıya çevirmenin sağaltıcılığı. SAHTE bir sağaltıcılık. Kendi içiyle olan ilgisini yitiren insan, çarpıtılmış bir kendiliğe yaslanabilir der Arno Gruen[1]; yüzümüzü iç yaşamımızdan dışa çevirdiğimizden beri dışarıdakilerin kör gözleriyle kendimize yarım bakmakta, dışarıdakilerin sağırlığıyla kendimizi yarım duymaktayız/duymaktaydık. Bugünlerde birçoğumuz, bu ‘oyun’da yaslandığımız o sahneden alındık ansızın; dekordan, sahne ışıklarından, kostümlerden, rollerden ve seyircilerden arındırıldık. Lisenin ilk yıllarında tiyatroyla ilgilenirken sahnenin arkasını sahneden daha çok sevdiğimi fark etmiştim. Altın yaldızlı bordo, kalın perdenin bir sınır gibi ayırdığı aydınlık, apaydınlık sahne ve zifiri karanlığıyla o sahnenin gerisi. Seslerin kısıldığı; düzenin, derli toplu oluşun alt üst edildiği; kulise giden koridorların labirentleştiği sahne arkasında ilk kez bulunduğumda kaybolmaktan korkmuştum.
OYUN DURDU. Ezber bozuldu. Sahne arkasına çekildik. Kendimizle kalakaldık. Körlüğümüz zedelendi[2] yahut körlüğümüzü zedelemek için bir sebebimiz oldu. Maskelerimizi –antik tiyatroda jest ve mimiklerin ifadesi olarak sahnede takılan masklara gönderme ile- çıkarıp sığındığımız evlerimizde –iç yaşam mekânlarımızda- kendi kendini bulma azabına[3] hazır mıyız/hazır mıydık? Sanırım bir diğer felaketimiz de bu oldu. Bir uçurum başında birdenbire gözleri açılan bir adamın ürpermesiyle doluyuz.[4]
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde…
Oyun içinde oyun terk edilince…
Bir ben vardır bende, benden içeri…
Bütün oyunları ciddiye almaktan yorulanlara[5] selam ile…
[1] Arno Gruen, Normalliğin Deliliği
[2] Necip Fazıl Kısakürek, Bir Adam Yaratmak
[3] Ahmet Hamdi Tanpınar, Hikâyeler, Bir Yol
[4] Ahmet Hamdi Tanpınar, Hikâyeler, Bir Yol
[5] Oğuz Atay, Tutunamayanlar[/vc_column_text][/vc_column][/vc_row]
Maşallah, yüreğinize sağlık. Olayları kavrayış ve İfadeleriniz çok güzel. Rabbim ilminizi artırsın inşallah.
Teşekkür ederim, selam ile…
Tebrikler Okurken biraz hüzünlendim.eskilerden hatriladiğim güzel günlere sevgiye, aşka,yol aldım.
Teşekkürler, selamlar…