28. Kayıt
Merhaba,
Bu sizinle burada son buluşmamız. Bu gün benim doğum günüm. İçim darmadağın Allah sizi inandırsın. Dolayısıyla buralardan babama da son defa yazıyorum. Pandeminin en şedid zamanlarında günlükler başladığında Elif’in yaz çağrısına kulak verip, o günlerde yeni kaybettiğim babamı anarak “Benim babamdan başka anlatacak bir şeyim yok ki!” demiştim. Elif de “o zaman babanı anlat” demişti. Ben de fütursuz bir bencillikle her güncede babama seslendim. Biliyorsunuz zaten. Kimseye nasihat, tecrübe, ders, öğreti ulaştırma derdim yok. Hiç olmadı da. Kalemi, kâğıdı, klavyeyi her zaman yalnızca kendimi bulma amacıyla araç edindim.
Evet, kendimi kaybetmiştim. Ne yazacağımı, nasıl devam edeceğimi, ne söylemem gerektiğini bilmiyordum hiç. Hoş, hâlâ bilmiyorum. Ben bir sayfa açıyorum, sonunda ne çıkacağını da kestiremeden.
Bu günlerde dosyasını çalıştığım bir yazar şöyle diyor; “Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen kemiren yaralar…” Ben de o Doğulu yazar gibi ruhumu kemiren yaraları paylaştım sizinle. Koskoca, hiç bitmeyecek gibi gelen ve sonunda da geçen altı ayı, birlikte yüklendik. Okuduğunuz, yeri geldi paylaştığınız, yaralarıma üflediğiniz için çok teşekkür ederim.
Eskiden çok konuşurdum ben. Ama bir meselem varsa, anlatır dururdum. Şimdi ne meselem var ne de anlatacak hikâyem. Benim için öykünün en önemli kısmı tamamlandı. Bundan sonra ancak anlatanlara vasıta olurum. Yarası olanlara da omuz.
33 yıl evvel, Taksim Hastanesi’nde başlayan öykümün sonunu çok merak ediyorum. Böyle eksilerek büyümek de ne bileyim, yaralarını hep taze tutuyor insanın. Bu yıl çok anlamı yok yaş alıyor olmamın. İnsan, bir anda kendini yaşlanmaya başlıyor gibi hissediyor. Telaşa düşüyor, “kaybetmek” çok daha fazla yaklaştığından, tereddüdü de artıyor. Kafası karışık mı berrak mı bilemiyor. Yorgun mu yoksa güçlü mü kararsız kalıyor. Eskiden kıymeti olan pek çok şey, artık ehemmiyetsizleşiyor. Geriye gerçek dostluklar bıraksın istiyor. Güzel anılmak, imzasını bırakmak derdine düşüyor. Olanca şeye “bilmiyorum” deyip geçebiliyor. Bilmiyorum. Kendimi 100 yaşımda hissediyorum.
Susuyorum daha çok. Susmayı çok sevdim. Dünya alt üst olmuş, bana ne. Herkes gibi muazzam bir bencillikle kendi serüvenimin hakkını vererek kenara çekilmek istiyorum. Bu gece gelen doğum günü pastasını üfledim ama ilk çatalda boğazımda kocaman bir düğüm oluştu.
Şarkıda şey diyor ya “Siz benim neden sustuğumu nereden bileceksiniz?”
Siz biliyorsunuz.
Bir sürü insanım var, hayatta kalmamı kolaylaştıran. Çok yalnız fakat bir sürü insanın uzattığı eli tutarak, ite kaka yaşıyorum. Sıklıkla düşüyorum ama toparlanıp ayaklanmasını öğretti hayat.
Bu günlükler vesilesiyle evvela Malta’ya, ardından İzmir’e kadar tanıştığım, dertleştiğim, dinlediğim, dinlettiğim herkese teşekkür ederim. Hikâyemin pek çok kahramanı var.
Ama babacığım, bu gün senden asla gelmeyecek olan telefonun başından yine de ayrılmadan, bu kadar, hayatta güçlü kalmamı sağladığın öğütlerinle, yol almaya devam edeceğimi bildiğine eminim. Anneciğim, sen de sakın ölme.
Geçenlerde bir vidyo buldum. Hatay yolundayız babamla. Birlikte radyoda çalan şarkıya eşlik ediyoruz. “Nasıl olsa her şeyin zamanla sonu yok mu?” dedikten sonra ben, babam o şahane davudi sesiyle “olsun” kısmına katılıyor. Sonra da şurama bir şey, bir daha kalkmamak üzere yerleşiyor.
Her neyse.
Benden bu kadar!
Teşekkürler Allah’ım. Dünya inanılmaz zorlayıcı olmuş, ama sen çok güzelsin.
Ve Ayarsız… Ayarsız sen benim, en iyi arkadaşımsın. Teşekkürler.
Bundan sonra hep 33.
Siz, hep en sevdiğiniz yaşta kalın, Hoşça kalın.
27. Kayıt
Birkaç gündür, büyüdüğüm, okuduğum, ilk beşerî ilişkilerimi kurduğum, simidini, çayını, çikolatasını, sohbetini sevdiğim yerdeyim. Çengelköy’de. Pandemi ve yaşadığım kayıplar sürecinde tam altı ay süreyle evden çıkmadığım için burnumda buram buramdı.
Şimdi size, gece yarısını oldukça geçmişken köprünün ışıklarına sırtımı vererek yazıyorum bunları. Bir zamanlar aynı yerde bulunan bir villanın balkonundan denizi görebiliyorken, şimdi altı katlı bir binanın terasından sadece köprünün ışıklarını ancak görebiliyoruz. Ve yine bir zamanlar Üsküdar’a inmek için uzun dakikalar vasıta beklediğimiz bu yer artık trafik ve korna gürültüsünden ötesi değil.
Hemen yanımızda bilindik bir kuruma ait lise var. Pencereden, bahçesine(!) baktığımda birkaç metre kare alana birkaç bank yerleştirmişler. Şimdiki çocuklar, düşünüyorum da ne kadar da talihsiz. Cadde kenarlarında, bahçesiz, dokusuz, zarafetten uzak boğucu binalarda araç gürültülerine maruz kalıp atıklarını soluyarak öğretim görmeye çalışıyorlar. Her gün değişen eğitim sistemini de sırtlarında taşıyarak.
Ama yine de Çengelköy hâlâ masal, toprağını tecrübe etmişlere. Bana hâlâ sıcacık yuva ve vazgeçmeyeceğim kale. Sokak sokak ezberimde tuttuğum memleketim..
**
Dün babalar günüydü. Benim babam çok uzaklarda ama yine bir arkadaşı, bir yoldaşı aradı beni. Sosyal medya olmasa, babalar günü olduğundan haberim dahi olmayacaktı aslında. Ben de kendimi büyüdüğüm yerlere attım. Babam çok uzaklarda. Ona gidecek gücüm de yok zaten. Ben de Şeyda’nın babasını ziyaret ettim. Şeyda’nın babasıyla konuştum. Şeyda’nın babasının babalar gününü kutladım. Şeyda’nın babasının toprağına su döktüm. Bir gece evvel de gözyaşı…
**
Olsun. Yaşamak yolculuğunda beni yalnız bırakmayanlara teşekkürüm olsun. Yaratıcıya şükrüm olsun. Babama firkatım olsun. Anneme hamd’ım. Kitaplarıma irfanım. Sağlık olsun. Varsın, olsun.
(Bu size sondan bir önceki güncem. 26 Haziran’da, doğum günümde, ben de günlükleri sonlandıracağım. Vedalarımı da son günceme sakladım. Güzel gözlerinizi bunca kayıtla yorduğum için affedin, ama yine de son kez, ayın 26’sında burada buluşmak ümidiyle…)
Güzel adamların söylediği gibi, hasretle gözlerinizden öperim.
26. Kayıt
Merhaba Baba…
Saat gece yarısını çoktan geçti. Doğum gününe girdik. Buralarda olsaydın 67. Yaşını kutlayacaktık. Keşke seni en azından bugün ziyaret edebilseydim. Dünya ne yazık ki hâlâ toparlanamadı ve ben hâlâ aynı koltukta her gün seni anıyorum. Arıyorum. Yokluğunla baş etmeye çalışıyorum.
Kaç ay oldu bak. Hiçbir yere çıkmadım evden. Bir tek, çalışma odasından balkona taşındım. Önce uzun süre mutfakta bir sürü şey denedim. Sağlıklı yemekler yaptım. Bazen telefonla konuşurduk seninle, “yemek yapıyorum” dediğimde “aferin kızım” derdin. “Kitap okuyorum” dediğimde “aferin kızım” derdin. Ya da “yazıyorum” dediğimde yine aynını.
Senden sonra benden yana hiçbir şey değişmedi. Birkaç insana karşı, bir daha onarılmaz kırgınlıklarım oldu yalnızca o kadar. İşte bunu bilsen “yapma kızım” derdin. Ama demedim kimseye bir şey babacığım. Söylemedim onlara, kırmadım hiçbirini. İçimde saklı tutuyorum. Seni çiğnemedim asla. Bu suskunluğum da hep senden sonra aslında…
Başkalarının hayatı hızla evriliyor senden beridir babacığım. Minicik bir kalp atıyor, senin adınla hayat bulacak. Olsaydın, evet belki bir sürü insanın dedesi, abisi, babasıydın ama, olsaydın kim bilir nasıl heyecanlanır, nasıl mutlu olurdun. Senin yerine de tüm kederimize rağmen göklere yükseldik. Senin gibi…
Şeyda evleniyor bu arada. Benim nişanlanacağım akşam hatırlar mısın bana gelip arkasına “kızıma” diye yazdırdığın bir kolye takmıştın. Şeyda da yeni kaybetmişti babasını o zamanlar, ağlamıştı ve sen bilmiyordun, çok üzülmüştün. Başkasının babasızlığından mahcubiyet duymuştun. Düşünüyorum şimdi, senin kadar mahcubu var mı acaba diye? Benim sensizliğimden içi ezilen var mı? Sensiz olmak çok büyük çaresizlik.
Sana buralardan çok yazdım. Buraların sahipleri, okurları çok çektiler kahrımı. Bazen mesaj attılar, aradılar bazen de. Kimi zaman da sabahın kör karanlığında ben ağlayarak aradım onları. Seni onlara saatlerce anlatıp, zehrimi akıtıp sustum sonra. Şimdiki suskunluğumu tahmin bile edemezsin.
Bu arada, sen gittiğin günden beri sana bir günlük tutuyorum. Her gün, günümü nasıl geçirdiğimden tut da seni nasıl özlediğime kadar, başıma gelenlerden ve öldüğün andan itibaren karşılaştığım, gördüğüm, duyduğum, yaşadığım, öğrendiğim her şeyi anlatıyorum sana. Bir amacım yok. Sadece konuşmak istemediğim için sana üflüyorum sırlarımı ve yakalayamadıklarını.
Geçen günlerde en karanlık bayramımızı yaşadık. Sabaha karşı uyanıp önce temizlik sonra da çeşit çeşit yemek yaptım. Kimseyi beklemedim. Kimse gelemezdi zaten, ülke o günlerde yine yangın yeriydi. Kimseyi aramadım da. Birkaç dostun vardı aramaya niyetlendiğim, senden sonra beni merak eden, arayan, soran onları aramaya da gitmedi elim. Sinan Abi aradı öğleden sonra beni. Sonra bozuldu bütün sessizliğim. Küçücük, az eşyalı evimde hıçkıra hıçkıra ağladım. Sonra Oğuzhan Abi’yi aradım. Onunla şahane kitap çalışmaları yapıyoruz bu günlerde. Oğuzhan Abi’ye döküldüm. Kapattım telefonu. Yoruldum seni özlemekten biliyor musun! Vidyolarını, kayıtlarını hâlâ izleyemiyorum, günahmış gibi, sürekli uzak kalma çabası. Tek çözümüm dışarıdan aldığım okumaları yetiştirmeye çalışmak ve susmak. Yaklaşık altı aydır evden hiç çıkmadan okumalar yapıp bir an dahi olsa aklımdan çıkmanı sağlıyorum.
Sürpriz olmasını istediğim için son yazdığım öyküyü okumamıştım sana. Yetişemeyeceğini nereden bileyim? Senin okumadan yayınladığım tek bir satırım bile olmadı ki hiç.
Bak, dün telif sözleşmesi göndermiş yayınevim. O ufacık öyküm için. Gelip, o sözleşmeyi senin toprağına gömmek isterdim. Benim oraya gelmeye hiç gücüm yok, özür dilerim.
Hadi ya, gir rüyama, bir işaret, bir ses, bir gök gürültüsü ya da bir rüzgâr gönder. “Buradayım” de. Bugün de ama. “Gitmedim” de. “Sen 33 yaşında, ben 67 yaşımda kaldık” de.
İyi ki doğdun babacığım… İyi ki bunca insanın ve benim, iyi ki geçtin hayatımızdan.
Seni çok özlüyorum.
25. Kayıt
Pek çoğu birer birer normalleşme sürecine girmişken, bende de nedense evde sağlıklı yemekler yapma telaşı ve her gün evi süpürüp silme ve dahi toparlama hastalığı peyda oldu. Bu karmaşada yazamadım, hatırlayamadım, anlatamadım.
Dün kendimce baharı getirip saatlerce yürüdüm boğazda. Çengelköy, Kuzguncuk, Üsküdar ve hatta İSAM’ın açık olma ihtimaline karşı Bağlarbaşı.
Ben Çengelköy’de büyüdüm. Çengelköylüyüm. Tabi bizler buna “Çengel” deriz, ekseriyetle. Bir gün gelir uzunca kalırsanız, anlarsınız. Simit’e gevrek diyen İzmirlilere selam eder, en çok anlayışlı belki onlardan beklerim. Bir yerli olmak kadar güzeli yok. Üstelik dünyaya olanca gücünüzde yabancı hissediyorsanız kendinizi… Düşünsenize, koskoca dünyada kendinizi en çok ufacık bir semtten ibaret hissedebiliyorsunuz. Siz oraya aitsiniz, orası da yalnızca size ve çocukluk arkadaşlarınıza.
Dün, saatlerce yürüyüp Kuzguncuk’a indiğimde bir dut ağacının olgunlaşmış bir dutuna gözümü diktim. Lezzetsizdi. Ama dut da nasıl bir şey öyle? Manavdan kiloyla alsan, ağacındaki tadı vermiyor. Taneyle yediğinde üzerine ağaç perileri pudra şekeri üflemiş gibi sanki. Dağ çileği gibi.
Artvinliyiz biz. Artvin’in yüksek rakımlı yaylalarında dolaşırken çocukluğumuzda, el değmemiş dağ çilekleri toplardık. Ufacık ve bir sürü kimyasaldan bihaber dağ çilekleri. Bu yaz, ağustos ayında yıllar sonra yeniden Artvin’in dik yokuşlarına, serin yaylalarına atacağım kendimi. Annemi, anneannemin doğduğu, büyüdüğü, her yaz gittiği, ölene kadar sayıkladığı memleketine götüreceğim. Dedemin doğduğu ahşap konağı ziyaret edeceğim. Sabahları kuymak yiyeceğim, bütün akrabalardan Hediye Hatun’un -anneannem- anılarını ve esprilerini dinleyeceğim. Sıkılınca inip tek bir caddeden ibaret olan merkezinde turlayacak, yorulunca bir pencere kenarından dağı, yeşilin dünya üzerindeki en çok tonunu izleyeceğim. Ve doyasıya huzurla yazacağım.
Hâsılıkelâm, günlüklere yazmadığım günlerde Artvin tatili planlayıp, bol bol bir şeyler okumaya devam ettim. Yemek yaptım, ütü ve dahası. Bir de bana kendimi garip, bilinmez, arafta hissettirecek bir an yaşadım. Belki onu da anlatırım bir ara.
Mahremiyetinizle kalın dilerim.
24. Kayıt
Tüm gün gergin bir vaziyette evdekilerin test sonucunu bekleyip negatif çıktığını öğrendikten sonra, kendimi onca ayın ardından ilk defa yeşilliklere fırlattım. Doğa insana ne kadar da iyi geliyor.
Sizlere anlatamayacağım ve her gün yeniden sınandığım şeyler var. Aslında görünen kozmosun ardı o kadar karmaşık ki… İçe sinmemeler, tepkiler, hayal kırıklıkları, kararsızlıklar, tereddütler, cesaret edememeler, çok istemeler, sahip olamamalar, anlatamamalar, anlatsan da anlaşılamama durumu, ikna edememeler bazen de hatta en kötüsü de kendini ikna edememeler… Bekleme hâli. Özellikle bu bekleme hâli öyle uzun bir yol ki… Görebildikleriniz, göremediklerinizin katrilyonda filan biri belki.
Sürekli aynı şeyle sınanıyorsan, dersi anlamamışsın diyormuş şaman öğretileri. Hangi inanışa biat edeceğini şaşırıyor bazen insan. Hangi içeriği, uzatıp işaret parmağınla seçeceğini bilemiyor. Neyin üzerine inşa ediyoruz elimdeki bu hayatları.
Ben bakıyorum şimdi, şu anda ellerimin içlerine ve “ee” diyorum, “ne yapacağım bu elimdeki kırık dökük, parça parça olmuş hikâyeyle?”
Bu anların tamamı bir pazılın parçası ama bunca senedir tamamlanmıyor pazıl. Büyük resme ulaşamıyorum, göremiyorum kendi öykümü ne kadar çabalarsam çabalayayım. Hep güneşe doğru koşup sürekli karanlığı karşılamak, seni zamanla eğip büküyor. Doğrularını, değerlerini değil kişiliğini asla. Ama sırtında katman katman bir kambur oluşturuyor. Sonra yükleniyorsun o kamburu, artık seni ne kadar çirkinleştirdiğini ve eğdiğini bile önemsemeden onunla bir kabullenişe boyun eğiyorsun.
Hâlbuki, herkese olduğu gibi sana da bir kere emanet edilmiş bir ömür bu neticede. Ne yaşarsan yanına kâr. Ama bekler ve sürekli susarsan sadece bakiyeni eriteceksin. Ömrüne, emanete ihanet edeceksin. Üstelik bir dünya ihanete gözlerini kapatıp yürüyorsan, kendine yaptığın en büyük kötülük olacak.
Bir gün gelecek ve beyazların çoğalmış, yorgunlukların artmış, ellerinin üzeri kırışmışken geriye dönüp pişman olmak için çok geç kaldığını göreceksin. Ama ne yapacağını bilemiyorsan da en beteri bu olacak. Havf ve reca arasında sıkışma hâli bu. Gel de çık bu araftan şimdi. Yukarı baksan ümit, aşağısı karanlık. Gökyüzüyle toprak arasında telaş içinde kaldık.
Bence böyle anlarda en iyisi kırlarda koşmak. Bugün, her şey yolundaymış gibi yaptım bunu.
Şimdi yorgunum. Sâdık Hidayet’in Kör Baykuş’unu ikinci kez okuyorum. Beni yine kendi kuyusuna çeken bir karanlık romanla bu sabah mutfak masasında, epey, onun çukurunda eyledim kendimi. Karanlığı üzerinde iyi taşıyan insanlar vardır. Her ne kadar daim ümitsiz ve artık neredeyse yalnızca siyah giyinen biri olsam da, gün ışığı da yakışıyor bana. En çok gün ışığına koşmak ama. Ve yolun sonunda deniz varsa ve rüzgâr ve ağaçlar… Dünyanın en güzel yolculuğu bana kalırsa.
Umarım hepinizin, kendi ışığınızı kaybetmeden güneşe doğru koştuğunuz anları günden güne çoğalır, dünyaya yayılır ve güneşinizin batışı, kendi efsanenizi peyda eder ve pazılınızı çok mutlu tamamlarsınız.
Parçaları doğru yerlere yerleştirmek mühim. Bilmediğiniz soruyu atlayıp, kolay olandan devam edin. Ben yapamıyorum. Ama siz yaparsanız, ben sizin öykünüzü seve seve, kendi öykümün sonuna dek anlatırım.
Işığınızı kaybetmemeniz dileğimle…
23. Kayıt
Dünkü gasp trajedisinden sonra bu akşam da oturduk kovid testi sonucu bekliyoruz. Dün akşam evimizde misafir olan/kalan kuzenim bu akşam hane halkından bir tanesinin test sonucunun pozitif olduğunu öğrendi ve bizim bıyık bey ile birlikte hastaneye yollandılar.
Şu an evde üç kişiyiz ve muazzam bir tedirginlikle bıyık beyin ve kuzenimin test sonucunun negatif çıkması için temennilerde bulunuyoruz. Hatta gergin ortamı biraz dağıtmak için inanılmaz yaratıcı espriler dönüyor ortamda.
Eğer test sonuçları pozitif gelirse ben de ne yazık ki payıma düşeni alacağım. Buraya bir sürü şaşıran emojiler gelecek.
Haricinde bugün, müthiş verimsiz geçti. O, günde kırk sayfa tashih yapan hâlimden eser yok şimdi. Sadece yirmi sayfa ile süründürdüm durdum dosyayı. Ha bu arada gözlerim artık “errör” veriyor ve World’ü kullanırken sayfa büyüklüğünü yüzde yüz altmış beşe çıkarıp rahat okuma yapabildiğimi gördüm. Amcaların cep telefonları gibi oldu. Kâküllerimdeki beyazlar da aldı başını gidiyor ayrıca.
Soruyorum size. Otuz üç güzel bir rakam ama güzel bir yaş mı aynı zamanda da? Otuz üç için sadece yirmi gün sayacağım. Malum. Yaşlanmaktan değil ama yaş almaktan hoşlanmıyorum bu çok net. Çünkü karşısı çok belirsiz. Fakat yine de kendi öykümün sonuna kadar yürümek istiyorum, merak ediyorum öykümün sonunu neticede.
Ne tuhaf. Gecenin 2’si ve alt komşumuz kendisine muazzam bir masa kurmuş “aman doktor, çaresiz dertlere düştüm doktor bana bir çare” türküsünde efkârını ötelemeye çalışıyor.
Bilemiyorum, kim bilir dertten mi bu efkâr özlemden mi yoksunluktan mı? Gidememekten mi yoksa çok beklemekten mi?
Çok anlatamaya değer bir hayatım da yok görüyorsunuz işte. Ama var ya keşke şu an burada olsanız. Bu balkonda. Aşağıdan gelen şarkılar bir harika. Ve ortam kovid ihtimaline rağmen rengarenk.
Bu günlük bu kadar. Yarın daha uzun, hatta uzun uzuuun anlatırım.
Şans dileyin,
Gülümsemeyi ihmal etmeyin.
22. Kayıt
Bakın şuraya yazıyorum ki “hayat” bir anlık bir şey. Ve yeryüzü, tepeden tırnağa korkunç insanlarla dolu bir sarmal!
Galiba hayatımın en inanılmaz anlarından birini yaşadım az evvel. Tabi siz bunu okurken bu olayın üzerinden neredeyse bir gün geçmiş olacak. Biliyorsunuzdur, daha evvel bana hep çiçeklerle gelen Elif’ten bahsetmiştim burada. Elif bizim çiçeğimiz.
Bu akşam onunla görüntülü görüşme yaparken feci bir gaspa uğradı. Bak işte “çaresizlik” denen şey tam da burada başlıyor. Gelen bağrışlardan sonra aniden görüntüde koşan bir adam belirdi ve telefon tamamen kapandı. Ta İstanbul’dan Malta’ya uzanan inanılmaz bir panik ve tedirginlikle Elif’in, adını bildiğim tüm arkadaşlarına ulaşmaya ve mesaj atmaya başladım. Öte taraftan ne yapacağımı bilemez hâlde evin her yerinde elimde telefon dönüp durdum.
Bir süre sonra Elif’ten -arkadaşının hesabından- bir mesaj aldım. Ardından konuştuk. İyiydi. Çok korkmuştu tabii olarak. Gaspa uğramıştı ve telefonu çalınmıştı. Ondan o ilk mesaj gelene dek ne yaşadığımı ifade etmem imkansız sanırım. Aklım almıyor. Gerçekten. Bu kadar çok kötülük, bu kadar bir anda nasıl olabiliyor. Bir anda insan nasıl bu kadar çaresiz kalabiliyor. İnsan olarak ne kadar aciziz.
Süper güçlerim olsun istedim o anda. Işınlanmak istedim o sokağa, apartmanın önüne.
Gözlerimin önünde olanlara bak. Elif’in başına gelenlere..
Bilmiyorum safi kötülük mü bunu yaptırıyor gencecik insanlara, dünyanın çıkan çivisi mi, yoksulluk mu, ahlaksızlık mı? Neresinden tutsan elinde kalacak bir durum, hiçbir açıklaması yok bu canavarlığın.
Tanrı daha kötüsünden korudu diyerek kendimizi teselli ediyoruz şimdi.
Babam avukattı mesela, eniştem polisti. Ben bu hikâyeleri dinleyerek büyümüştüm hep. Adliyelerle ve kendi şikayetlerim sebebiyle polislerle çok haşır neşir oldum, çok burun buruna geldim. Ama uzaktan bunları işitmek ve bilmek başka, o anda birebir duruma şahit olmak bambaşkaymış. Biz meğer ne kadar da bir fanus içerisinde tutulmuş ve büyütülmüşüz. Kötü olaylar bana meğer birkaç A4 niteliğindeymiş hep. O pembe dosyaların içerisinde anlatılan üç beş cümleden ibaret zannediyormuşum ben adli vakaları, vahşeti, dehşeti. Şu üçüncü sayfa haberleri deyip es geçtiğimiz yaşananlar var ya burnumuzun ucundaymış oysa.
Bu arada, bu kriz esnasında, görüntülü görüşmeyi sonlandırmadığım için o andaki kargaşayı vidyoya çektim. Böylece, telefonu gasp edip kaçan hırsızın da eşkâlini kaydetmiş oldum. Ve hayatımda ilk kez nasıl bu kadar soğukkanlı olabildiğime ve doğru karar verebildiğime şaşırdım. Çünkü malum otuz üç yılın ekseriyetle yanlış kararlardan peyda olduğunu yakın çevrem de en az benim kadar iyi biliyor.
Umarım bu kadar kötü bir ana rağmen, bu kadar doğru bir eylemde bulunmuş olmam hayatımın bundan sonrası için de daha doğru kararlar vermem ve daha doğru adımlar atmamda yardımcı olur.
Son olarak, babamın en çok tekrar ettiği dua ile noktalıyorum; “Allah iyi insanlarla karşılaştırsın, kızım!”
21. Kayıt
Merhaba Oğuzhan,
“Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun, etme!” demiş Mevlana. Ben demeyeceğim, içinden nasıl geliyorsa öyle yaşamalı, öyle yapmalı insan. Sen benim/bizim insanım(ız)sın. Geçen günlerden birinde instagram’da edinilmiş bir ahbaplık neticesinde sohbet insan ve beşer kavramlarına kadar uzandı. Karşımdaki dostum “benim insanım olsun kâfi” dedi. Ne kadar da haklı. Düşündüm, benim akrabalarım var, arkadaşlarım, dostlarım, esnafım, ailem, çocuklarım ve sair fakat içlerinden kaçı insanım? Mesela Ouzan, bana kattığın güzellikler ve hediye ettiğin kitaplar için, sabahın kör karanlığında ağlamalarımı, serzenişlerimi ve türlü acılarımı çektiğin için, yeri gelince sinirlenip yolun ortasında bıraktığın için, kızsan da nazımın niyazımın “sevimliliğimden” ötürü olduğunu bildiğin için, güzel yollar gösterdiğin ve samimiyetin için, bizlerle yetmiş gün boyunca aksatmadan her vaziyetini paylaştığın ve eleştirimize tahammül gösterdiğin için, Ayarsız ailesine ve pehlivanlığa olan katkıların için kendi adıma minnettarım sana. Sen benim en güzel insanlarımdan birisi. Yolun açık olsun. Yine de ikinci dalga gelecek diyorlar, ola ki yeniden izolasyon sürecine girersek gel 71. günce ile devam et lütfen. Hem ben en çok tek sayıları severim.
Madem Oğuzhan gidiyor, dedim ki bakalım ben bu istikrarı sürdürebilecek ve her gün yazabilecek miyim? Bu en zoru çünkü. İstikrar.
Bu 21. güncem olacak. Söyledim ya, tek sayılar benim için çok kıymetli. Ben de yirmi üç gün sonra 33. Yaşıma basacağım için eğer korona günlükleri Ayarsız yönetimi tarafından sonlandırılmazsa 33. günceye kadar sürdürüp normalleşme sürecine gireceğim. Hatta veda için şimdiden heyecanlandım. Vedalarda da kavuşmalarda da hep inanılmaz heyecanlı oluyorum. Bir itirafta bulunayım, yolculuklarda da muazzam bir paniğim oluyor.
Yıllar evvel, artık kaybettiğim fakat bir zamanlar benim için çok değerli olmuş biri şey demişti; “Veda diye bir şey yoktur! Veda etmek ‘yine görüşürüz’ demenin biraz daha Chateaubriand hâlidir. İnsanlar, muhakkak ama muhakkak bir gün yeniden görüşür.’” Bu tavrı ve sözü, işte kelime kelime hafızama kazındı. Öyle ki babamla bile bir gün yeniden görüşebileceğim güvencesiyle zamana katlanıyorum.
Neden anlatıyorum bunları, gelen gideni aratır neticede.
O zaman yine görüşürüz Ouzan!
Yarın görüşürüz Ayarsız,
Sevgili okuyanlar, görüşürüz öyleyse..
20. Kayıt
Artık Word sayfasını epey genişletip kullanabiliyorum ancak. Şahin gibi gözlerim vardı hâlbuki. Sürekli bir şey okuyor ya da bir şey izliyorum ekrana bakarak. Zaten ekrana ya da bir kitaba bakmıyorsam zeytinyağına attığım domates sosuna ve doğranmış kırmızı soğanlara bakıyorum. Çorba karıştırırken o bitmeyen döngüye odaklanıyorum. Ya da bir akıl hastanesi ciddiyetindeki beyaz kusursuz duvarlarıma.
Sayısız siyah kıyafet aldım kendime. Bugün bir kargo daha geldi. Bazen kapıda kuryelerin denk geldiği oluyor. Kıyafetlerin çoğu etiketiyle bir köşede katlanmış üst üste, yeni mevsimleri ya da gidilebilecek yerleri bekliyor. Geçen gün biri “neden hep siyah bunlar?” diye sordu. “Yastayım” dedim. Hakan Günday’ın bir kitabında karakterlerden biri, neden sürekli siyah giydiğini anlatır. Soran olursa spoiler paylaşırım.
Yeni dosyanın redaksiyonunda bugün yalnızca on sayfa ilerleyebildim. Yazar temiz teslim ettiyse kendimi çok gereksiz hissettiğimden, dosyayı daha çok didikliyorum. Fakat aslında bu profesyonel bir tavır değil. Muhakkak bir hata çıkmalı, kim bu kadar kusursuz olabilir ki?
Dün bitti bayram. Hayatımın en uzun bayramıydı. Biliyor musun bütün gün kendime yaşlanma karşı ürünler baktım internetten. Şu “nerede o eski bayramlar” klişesine de nasıl mesafeliyim anlatamam. Burada işte, git gör, ara sor, çikolata şeker koy kasene. Çikolatalar lütfen ama lütfen sütlü olsun. Ekstra sütlü olsun hem de. Hiç sevmem bitter çikolatayı. Her seferinde de kutudaki sütlü çikolatalara dikerim gözümü. Bitter çikolatalar yani alınmaz ama kazara evimize ulaşıverse üvey evlattır bizim için. Bir de hâlâ neskafe üçü bir arada içen kaldı mı onu bilmiyorum. Huysuzlanıyorum galiba günden güne. Belki de yaşlanıyorumdur. Bu bayram aldığım nefesi bile protesto etmek istedim. Kendimden başka kimseyi aramadım. Kendimi aradım, onu da bulamadım. Yine de hâlsizliğime meydan okudum ve en meşhur yemeğimi yaptım. Kuzenim uğradı bir sigara aralığında sadece, gelirken “tekila al” dedim. Para yokmuş yanında o kadar. Ben de inip almaya üşendim. Zaten evde tekilaya yetecek kadar limon da yoktu, sonradan düşündüm. Ne yapayım “bari çay koyayım” dedim. Bıyık, ara sıra “dökeyim mi” der. Çay koyulur mu, doldurulur mu, dökülür mü sorunsalı evin o anda en önemli meselesi oluverir. “Çay dökülmez, çay doldurulur” derim. Dökülen şey başka türlü bir şey. Kazara çarpmak ya da kasten o şeyden kurtulmak amacıyla yapılan bir eylem gibi. Ya da o da bir protesto! Bilemiyorum artık.
Günlerdir çıkamadık şu hüzünlü, karanlık havadan. Ama yanına uyumanın en çok yakıştığı da bu havalar. Düşünüp duruyorum sıkça böyle zamanlarda yine; o bulutlar bu yağmuru nasıl taşıyorlar? Sonra afaki bir tavırla “e be Mikail, oldu mu şimdi” diyorum. Öylesine yine. Kendi kendime. Yaz kış üşümek için yaratılmışım. Belki de benim varoluş sebebim üşümektir. Salondaki lacivert kanepenin demirbaşı kapiçino rengi sıcacık bir battaniye. Söylemiştim ya, “battaniye kırmızı çizgimizdir” diye. Nitekim ağustos ayı biterken kombinin düğmesini döndürmeye başlayan biriyim. Belki de bu kadar çok sürekli üşüyen birine cehennemde yanmak da çok acı vermez. Bilemiyorum, yani öyle şanlı bir din bilgim yok. Anneannemle büyüdüm neticede, anneannem ne öğrettiyse o kadar. Çünkü okuduğum dini bilgiler kalmıyor hatırımda. Anneanneme her gün ziyarete gelen bir Kerim Hoca vardı. Dokuz yaşında hafız olmuş, öksüz ve yetim büyümüş. Arapçaya da muazzam hakimdi. Şimdi tabi Arapça biliyor olmayı yalnızca Kur’an okuyabiliyor olmakla karıştıranlar var, burada “şahsım” (şahsım sözcüğünü kullanırken bana bir gülme gelmiyor değil) Arap dilinden bahsediyor, neyse efendim, ne diyordum? Hah! Kerim Hoca uğrardı her akşamüstü anneanneme, anneannem de komik kadındı. “Hoca sen şurada otur bekle, Yalan Rüzgarı bitsin öyle okuruz” derdi. “Peki hacı anne” der, meseleyi uzatmaz ve muazzam uyum sağlardı Kerim Hoca da. Bizim bütün soyumuz sopumuz tanırdı Kerim Hoca’yı. Kocaman bir adamdı işte, hep lacivert bir takım elbise giyerdi. Tertemizdi. Benim bildiğim Müslümanlık, Kerim Hoca’nın şıklığı, güler yüzlülüğü, anlayışlı oluşu idi. Küçükken gördüğün, öğrendiğin her şey belleğinde hapsoluyor işte, büyüdükçe istediğin kadar oku, okudukça istediğin kadar öğren, yine de Kerim Hoca’nın İslami tavrından ziyade bir arpa boyu yol alamıyorum.
Bugün kendime cebren ve hile ile son bir buçuk yıldır almak istediğim doğum günü hediyesini aldırdım artık Bıyık’a. Darısı sahip olmak istediğim listedeki diğer şeylerin başına artık. Doğum günüme az kaldı. Ne yazık ki benim doğum günüm yaklaştıkça babamınki daha da yaklaşıyor. Buralardan hediye göndermek arzusunda olan varsa ah tabi niçin adresimizi esirgeyelim değil mi? Nitekim geçtiğimiz kış güzel bir kitap listesi yapıp, tezde gerek duyacağım kaynakların temini için arzu edenin gönderebileceğini belirttiğim bir paylaşımda bulunmuştum sosyal medyadan. Ta Ordu’dan ilim yapma çabama saygı gösteren bir dostum kıymetli kitaplar yollamıştı, listeden seçip. Bizim Ouzan’a da çok kitap geliyor. Bu arada, Ouzan bana Kuyucaklı Yusuf’u hediye etmişti fi tarihinde de hâlâ durur kütüphanemin başköşesinde. Bugün de Migros’tan online ev ihtiyaçlarını alalım dedik, baktık ki bir kitap hediye ediyorlar Can Yayınlarından, ekledik sepete bir Sebahattin Âli, Değirmen’ini, Göktürk geldi aklıma, Sebahattin Âli dediğimde beni düzeltip “orada şapka yok, ama Hasan Âli Yücel’de var” demişti. Babam da aynı şekilde düzeltmişti beni. Bugün bıyık da düzeltti. “A-a yeter ama” dedim. Ben ona yücelik katmak istediğimden özellikle böyle söylüyor ve yazıyorum! Bir Yusuf’un bir Raif Efendi’nin yaratıcısı bence küçücük de olsa bir şapkayı kesinlikle hak ediyor.
Şu an karşımda oturuyormuşsunuz gibi yazdım bugün. Giriş, gelişme, sonuç, günün özeti/hülasası, öznesi, yüklemi, tümleci olmadan, çalaklavye. Kusurlu, kabahatli, yalnız, yorgun, öylesine, yatağında sessizce akan berrak bir çay gibi.
Kusura bakmayın.
‘Zahit Bizi Tan Eyleme’ dinliyorum da size bir gün Zahid ile Rind’in Farsça tercümelerinden öyküler anlatayım. Hatırlatın.
“Kimse bilmez ahvalimiz”
*bu arada en sevdiğim ikinci kelime -ahval-
“Eyvallah!”
19. Kayıt
Merhaba.
Kaç gündür yazmıyorum bilmiyorum. Oysa ne çok şey birikti anlatacak. Mesela size yan apartmanın bahçe katında yaşayan yaşlı teyzeden bahsedecektim. Her sabah saat yedi gibi panjurunu açıp, sardunyalarını çaydanlığın altıyla nasıl suladığından… İbadet eder gibi aksatmadan. Sonra aynı anda bir karganın dalından kopardığı cevizi yere atarak kırma çabasından ya da komşu apartmanlardan birinin görevlisinin herkes uyuduğu esnada sokağın sonuna türkü söyleyerek yürümesinden… Size bir sürü içerik detayı biriktirdim hayata dair. Görüyorum ki herkes bir şekilde devam ediyor yolunda. Önüne geleni yaşıyor. Beğendiğini bir kenara koyuyor, beğenmediğini önünden çekiyor. Bir tek ben bu doğal seçilimin geride kalmış bir ferdi gibiyim. Karganın bile eğilimi, eşiği, yolculuğu, rutini, yeri yöresi belli. Anlamış yani dünyayı. Algılamış, meseleyi çözmüş, barışmış dünyayla. Yuvarlanıp gidiyor.
Bayram bugün. Dogmatik bir tavırla özlüyorum eski bayramları. Böyle evde yalnız geçirmek haricinde, üzerine bu yıl için bir sürü hayalini kurduğum şekilde… Babam ilk kez olmadan geçireceğim bu bayramı. Anneme sabah kahvaltısına gitmek ve giderken simit götürmek hayalimi, sonra sofrada hatalarıma kadar sahip olduğum her şeye şükretme eğilimimi rafa kaldıracağım.
Dün bir arkadaşım “ama dostların var, seni sevenler var, annen var” dedi. Sahip olduklarımı unutmuşum; görüyorum ki arada hatırlamakta veya biri tarafından hatırlatılmasında fayda var. Var olanları hatırladıkça yeniden güçleniyor insan galiba.
Buralara yazmadığım günlerde bir gece uyuyamıyor olmaktan isyan ettiğim bir anda kütüphaneden, vicdan yüklerimden en azından birini bir köşeye usulca fırlatayım diye Salinger’in Çavdar Tarlasında Çocuklar’ını okudum. Ondan sonra yine benimle çeşitli yolculuklar yapmış olan Ulusların Düşüşü’nü aldım elime. Buenos Aires’le başladım. Olmadı. Zihnimi susturmaya yardımcı olmadı bıraktım. Şu an aklımda kalan, sömürgeye gelen İspanyolların buraya “iyi havalar” anlamına gelen bu ismi koymaları sadece. Oysa eskiden ne kadar çok isterdim Buenos Aires’i görmeyi. Pek çok şey gibi merak aşamasında kaldı. Sonra bu merak da diğer pek çok dürtüm gibi kanatlandı, uçtu ve uzaklaştı.
Bir kitapla geçmedi bütün hafta. Bir de duvar boyadım rengarenk. Birkaç tane renkli gezegen. Bir sürü mahremiyetten uzak apartman. Bir de dünyaya başkaldırır gibi isyan hâlinde biraz yeşillik. Şimdi, salonun köşesinde gözüme kestirdiğim bir kiriş var. Belki bayramdaki yalnızlığımı yumruklayacak bir duvar boyama vidyosu daha çekerim. Altına da şeyi döşerim; “Yalnız ölmicem di mi?” şarkısını.
Bilmiyorum ya… Güzel çocuklarınız, sağlıklı bir aileniz varsa ve aynı çatı altındaysanız bu bayram sizden iyisi yok bence. Sarılın onlara. Şımartın onları. Heybenize atacağınız en değerli şey onlarla geçireceğiz zaman dilimleri. Bir gün, arkalarına baktıklarında sizi hep güzel ve yanlarında hatırlasınlar.
Yine de yaşamaktan öyle umursamaz öyle hoyrat bir eylemle vazgeçemiyor insan. Öyleyse umarım hep birlikte gerçekten daha unutulmaz bayramlarımız olur.
İyi bayramlar Babacığım.
İyi bayramlar Ayarsız.
İyi bayramlar Anne.
İyi bayramlar Zeynep.
18. Kayıt
Gecenin, sabaha yalvardığı ve sabah ezanının yeri göğü nurlandırdığı andan selamlar. Siz bu satırları okurken, muhtemelen ben kim bilir kaçıncı rüyamı görüyor olacağım. Pek çoğunun uyandığı saatte uyku bandımı başıma geçirip medet dileniyorum, biraz uykuya dalabileyim artık diye. Her uykuya dalabilişimi(?) (böyle bir kelime yoksa da artık var) de başarı olarak kaydediyorum. Bu kez biraz açlıktan, biraz dünyevi acılardan direndiğim gün ışığı, beni perperişan zapt ediyor.
Bugün, gün içerisinde sektörden çok sevdiğim abimiz bir dosya göndermiş. Uyku düzenimden çoğunluk bîhaber olduğu için de mesajına “kalkınca bakarım” diye üzerimde oldukça çiğ duracak bir cevap yazmışım. İftardan sonra gözümü açtığımda hemen yeni bir mesaj atıp özür diledim. Nitekim onun babamın vefatının akabinde attığı ve cevap yazmadığım son mesajı da “bize emanetsin, başımın tacısın” olmuş. Böyle, ben taziyelere çok uzun haftalar yanıt vermedim ve hatta uzun bir süre telefonları da cevaplamadım. İster istemez o son malum ve üzüntü dolu mesajla karşılaşınca ve o insana herhangi bir şey yazmam gerekiyorsa genellikle saçma sapan harflere basıp en azından birkaç dakika dahi görmeyeyim, hatırlamayayım diye sayfanın yukarılarda kalmasını sağlıyorum önceki mesajın. Herkesin bir acıdan kaçma yöntemi var. Benimki böyle. İlk haftalar buna “baba orucu” derdim. Asla bahsini geçirmezdim. Düşünmemeye çalışırdım. Şimdi kendimce bir zihin kontrol yöntemi geliştirdim. Üstesinden ancak böyle gelmeye çalışıyorum.
Dün gece, uzun saatler yazıp yazmamak konusunda kararsız kalıp, boş Word sayfasına bakıp, uzaklara dalıp, yazmamak konusunda kendimi ikna edip sıyrıldım. Açtım, nedense birkaç bozkurt belgeseli izledim. Sonra ise zihnimde sürekli olarak; “Atalardan bize kalan, emanettir bu vatan” diye mırıldanıp durdum. Bir açıp dinleseniz, dolanacak dilinize. Bilmiyorum ya, bu vatanı çok seviyorum. Türk olmayı çok seviyorum. Babamı çok seviyorum. Babam deyince aklıma Alparslan, Yunus Emre, Dede Korkut, Mehmet Akif, Mustafa Kemal, Seyit Arvasi filan geliyor. Onları hep babamdan dinledim. Şimdi ise eksikleri okuyarak tamamlamaya çalışıyorum.
Bu arada, bu akşam balkona taşındık artık. Mutfak faslına ara veriyorum. O kara delikten çıkmış olmak bile paha biçilemez. Bu, bay bıyıkla yaşadığımız ikinci evimiz ama benim ikamet ettiğim tam on yedinci ev. Pek çoğunda evi tutmadan evvel balkonu var mı telaşına düşmüşümdür. Haricinde, çabuk da alışabilen biri değilimdir aslında, aidiyet sorunu da sıkça yaşarım. Fakat şimdi sayarken düşündüm de hayat, şu kadarcık ömrümde ne çok yere sürüklemiş beni. Ne çok taşınmışım, o kitaplar ne kadar çok kolilenip yeniden yerleştirilmiş. Ve her seferinde yeni bir rafın rehini olmuş. Kaç kitap alınmış ve esir edilmiş o raflara, elimi hiç sürmemişim. Bunların hepsi vebal değil de nedir acaba? Babam hep şey derdi, “elindeki kitapları bitirdin mi?”
Bitiremiyorum.
Masanın üzerinde büyük ve mor su bardağında dalından kopartılmış beş tane kırmızı gül var şu anda. Ben kırmızı gül sevmem. Gül sevmem. Ama çiçekler annemden. Çiçekleri çok severim. Erguvanı, hele de begonvili, yasemini, sümbülü. Koparmam ama, kıyamam. Anneme de kızdım biraz zaten. “Sonunda kopardın mı anne, bırraavvoo!” dedim. Hâlbuki babam ne derdi; “çiçek dalında güzel, kızım.”
Ama bu kez masamda da güzel… Memleket güzel, çiçekler güzel, annem güzel, hava güzel. Hâlâ “çok şükür” diyebilecek çok fazla şey var. Mesela en az bir insanınız var, sarılıp çok şükür diyebileceğiniz. Sonra yukarıdaki çiçeklerden birinin kokusunu duyabiliyorsunuz, en az birinin açtığı bir sokaktan muhakkak geçiyorsunuz, en az bir hayal kırıklığınız ve öykünüz var. Muhakkak en az bir tane hayaliniz var. Bir yeteneğiniz var en az. En az bir insanın hayatına dokunmuşsunuzdur muhakkak, güzel izler bırakmışsınızdır onda.
Böyle. Bugün, bugün değilse bile şu an ben hâlâ pek çok şey için şükrediyorum. İyi ki gitmemişim, iyi ki dönmüşüm, iyi ki kalmışım bu vatanda. Bu şehirde hatta.
Umarım sizin de “iyi ki buradayım,” dediğiniz bir gününüz olur, olmuştur. Bu dünyadan, bu memleketten bir “ben” geçtim diyebilirsiniz umarım.
Mutlu olmaya, mutlu kalmaya bakın. Hayat çok kısa.
17. Kayıt
Hayat normalleşmeye başlıyor galiba. Annem bile haftalar sonra ilk kez dışarı çıkmış. Bugün ikindi gibi beni uyandırıp, “balkona çık” dedi. Çıktım. “Hep sen mi bana gelip aşağıdan konuşacaksın, bu kez de ben sana geldim aşağıdan konuşacağım” dedi. Bizim bıyık es vermeden çalıştığı için aile büyükleriyle sosyal mesafeyi koruyup evlerine girmedik hiç.
Günlerdir inanılmaz yorgunum. Gerçi bu kelime benim muazzam(!) kelime haznem içerisinde en sık kullanılan kelime zannedersem. ATM’lerin ya da tuşlu telefonların 5 tuşu gibi. Tuş demişken, bizim bıyık beyin, iki yıl evvel klavyesinden düşürdüğü E harfini hâlâ yerine taktıramadık. Bazen gördükçe hem üzülüyorum hem gülüyorum. Günün yirmi saatini bilgisayar başında geçirip, Georges Perec gibi hayatına E harfi olmadan devam ediyor. Modern zamanlarda bir “Kayboluş” hikâyesi.
Dün artık uzatıp uzatıp azar yediğim dosyalar için editöre uğradım. Buralarda da niçin adını zikretmeye yeltenmiyorum hiç onu da bilmiyorum. Neyse bir süre daha gizemli kalmasında beis görmüyorum. Fakat entelektüel seviyesinin hayranıyız, onu gizlememizde bir sakınca yok. Bu arada bu entelektüel mi entellektüel mi tartışmasını da es geçiyorum. Olayın sarımsak muhabbetine dönmesinden çekiniyorum zira.
Benden on beş gün sonra babasını kaybeden yirmi yaşımdaki kuzenimle görüştüm bugün. “Ayda on kitap okuyorum. Hatta artık sadece kitap okuyorum” dedi. Düşündüm ki en fazla kitap okuduğum yıllar o yıllardı benim de. Araya ne giriyor böyle, neler oluyor da tashih ettiğim dosyalar/kitaplar haricinde ayda bir kitabı bile bitiremiyorum… Sonra kalktım sade yağ yaptım. Evet, sanırım araya brokoli çorbaları, patates püreleri filan giriyor. Kitaptan çok çamaşır suyu taşıyorum elimde. Ya da kalemden ziyade kepçeyle haşır neşirim.
Yine de okumaya aç olmak önünü alamadığı bir şey insanın. Şunu okumam gerek, şunu da, a buna hemen başlamalıyım, peki ya bu ne zamandır aklımda gibi gibi gibi. Sonra kendine dönüp bakıyorsun, hâlâ yolun o kadar başındasın ki… Okumak, kesinlikle yazmaktan ya da düzeltmekten keyifli bir eylem. Muazzam bir kaçış yolu. Dünyayı öteleyebilme gücü. Yirmi dokuzuncu yaş günümde babama hediye ettiğim Küçük Prens geliyor şimdi aklıma. Cağaloğlu’nda ve Türk Ocağı’ndaki küçük kutlamamız. Tramvayla eve giderken, daha yolda kitabı bitirişi… Babam buralardan gittiğinde, bilgisayarını karıştırırken içinden Tolstoy’un Bisikleti çıktı. Babamın altmış yaşında Küçük Prens ile tanışmış olmasını o anda da anımsamıştım.
Bilmezsiniz, babamın muazzam bir kütüphanesi vardı. Çok eski zamanlardan kurmaya başladığı. Bugün hapur hupur edindiğimiz/okuduğumuz pek çok değerli kitabın en eski baskıları okunmuş ve raflarında yerini almıştı. Sonra o başka bir şehre giderken hepsini aldı götürdü. Bir dernek kurdu, bir de çalışma odası. Yerleştirdi kitaplarının tümünü. Çocukluğumda kütüphanenin en üstünde duran beş bin sayfalık mavi beyaz ciltli bir kitabın, içeriğini bilmediğim hâlde hep gözümün önüne gelmesinden mütevellit biraz büyüyünce “onu bana versene” dedim. “Olmaz, lazım bana” demişti. Babam ölünce kütüphanesinden aldığım tek şey o kitap oldu. Bir de söz verdim o zamanlar kendime, babamınkinden daha büyük bir kütüphane kuracağım, diye. Şimdi fena olmayan bir kütüphanem var. Babamın rafından çıkardığım o kocaman kitabı yine kitaplığın -bu kez kendi kitaplığımın- en üstüne yatay bir vaziyette yerleştirdim. Bir de her kitabına bastığı kaşenin aynısından kendime de yaptırmıştım seneler evvel. Kitapların sayfalarına basıyorum. Bizim bıyık bey her seferinde bu itidalime kızsa da dün editörün kitapları için de aynı eylemde bulunduğunu görünce doğru yolda olduğuma yeniden kanaat getirdim.
Galiba bu gecelik bu kadar.
Bir yerlerde düğüm düğüm olmuşsa boğazınız, başka bir acıya rağmen o düğümü günü geliyor yutkunabiliyorsunuz. Yine de içimizdeki kor baki.
Sağlıcakla kalmaya devam edin.
16. Kayıt
Uzun süredir Laleli’de öğrenciyim. Merdivenleri aşınmış, tavanları yüksek, eski, taş ve uzun binada. İlk defa 2009 yılında İran’a gidişimde birkaç yıl sonra bu seyahatin beni, bu okulun Fars Dili ve Edebiyatı bölümüne sürükleyeceğini bilmiyordum. Üstelik çocukluğumun Prens of Persian ile geçmiş olması da çok sonraları aklıma gelmişti. Ya da sürekli istikametim olan Sirkeci-Laleli güzergâhını yürürken esnafın çekiştirip “Khosh Amadid!” diye seslenmesi de cabası.
Büyük dedelerim Özbekistan’dan belki ama bana en çok Acem muamelesi yapılıyor buralarda. Ben de bazen hiç çaktırmıyorum. Yabancı zannedilmek ve karşı tarafın devinimlerini izlemek hoşuma gidiyor. Amerika’da Harvard’dan bir hocanın da bana hediye ettiği kitabın ‘Persepolis’ olmasının dışında, hayatımın belli dönemlerinde Farsça, kayda alınacak sıklıkta karşıma çıktı. Ama ben yarım yamalak bir insan olduğum için hep kıyısından geçtiğim dil ve kültüre olan aidiyetim de mümkün olduğunca oralarda dolaşmaktan ibaret kaldı. Yine de sözcüklerin tınısı, kendi içerisindeki gürültüsü ve gücü beni o kadar cezbediyor ki ilk derslerden birinde öğrendiğim bir kelimeyi anlatacağım şimdi size. “Tenha!”
O gün Farsça’daki en güzel ikinci kelimeyi öğrenmiştim. Tenha! Anlamı ‘yalnız’ demekmiş. Hoca tahtaya yazdığı vakit nasıl şaşırıp nasıl etkisinde kaldığımı hatırlıyorum. Nasıl başka bir dilden anadilime sürüklenip gelen ve bu kadar kuvvetlice etki edebilen bir kelime olabilirdi ki. Ders esnasında içimden konuşmalarım sürüyorken, yaşamım süresince sınıfta, eylemde, sofrada, konuda komşuda hep en yalnız yerlerde en kalabalık hissettim. Kaybolmayı, kaybetmekten daha fazla sevdim. Fakat tenhalığım sebebiyle de en çok bir sürü kaybetmek yaşadım.
Fazlasıyla saçmaladım. Çünkü tenhaydım ve nasıl olsa sesimi kimse duymayacaktı. Yüzümü kimse okuyamayacak, tavırlarımı kimse fütursuz bulmayacaktı. “Tenhayım ulan çünkü ben!” diye içimden haykırıyordum. Diyorum hâlâ evet. Bu dilimde kimsenin olmadığı yer anlamına gelen kelime ile ben, o dilde, yanında kimsesi olmayan insanım. Tenhayım.
Çünkü kalbimden geçen bin cümle şey dilime vurdu. Çünkü size tenhanın en güzel ikinci kelime olduğunu söylerken, ilk kelimenin dil olduğunu kendime sakladım. Güzel şeyler böyledir. Hep önce kendine saklarsın. Evet Farsça’da dil sözcüğünü telaffuz edip kullandığında, gönül deyiveriyorsun. Ne zarif, ne kadar derin ve kıymetli değil mi?
Gönlümüzdeki her haykırış kimi zaman gürültülü kimi zaman da büyük esler vuruyor duvarlara. Ve dil kıyına taşınıyor tenhalığın. Bir tenha oluyorsun onca kalabalıkta yine bağıra bağıra dildeki her çığlığı kusuyorsun. Dil, gönül. Tenha, yalnız. İhtiyacımız olan kadarı bizimle, yalnızız…
Dil kıyınızdaki tenhalığınızı muhafaza etmeniz dileğimle…
15. Kayıt
Değişik geçti gece. Yaşlı bir teyze yolda beni durdurup ördüğü yün çorabı satmak istedi. Mayıs ayındayız, bol güneşli bir ikindi vaktiydi. “Olur,” dedim, “alayım.” Aldım. Arkamı döndüm yürürken seslendi yine arkamdan, “Fitreni verdin mi?” dedi bu kez. Tekrar yanına dönüp, “Yok daha vermedim,” dedim. “Bana verir misin, benim çok ihtiyacım var?” dedi. “Olur,” dedim, “yarın buradaysan getireyim.”
Bu İslamiyet’teki zekâttır, fitredir ve sair sosyolojik kaideleri çok seviyorum. Şahane bir örgü var ve yapman gereken belli. Sende daha fazlaysa, senden daha az sahip olana ver. Bu senin vatandaşlık görevin olmalı ve bunu yapınca vicdan rahatlığı da duymamalısın. Aynı, akşam yemeğini yemek gibi ya da işe gitmek gibi. Bunları yaptığında vicdani bir rahatlık hissediyor musun? Hayır. Gerekeni yapıyor yoluna devam ediyorsun. Böyle böyle belki insanlığın bir ucundan tutmuş oluruz. Bilmiyorum.
Biliyorsunuz benim günüm gece yarısından sonra başlıyor. Tashihin artık sonuna geldiğim için kendimce izin kullandım. Tam bir şeyler okuyayım derken birisi buralardan babamın büroda çalışma arası verip ney üflediği videoyu paylaşmış. Tertemiz bir “uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece” üfleyişi… Sonra birden bir aydınlanma geldi. Annemin şahane ve kıymetli eski bir udu vardı. Uzun zamandır tellerini değiştirip kullanmayı arzu ediyordum. Çocukken, perdeli enstrüman öğrenmiş olduğum için notalarını ezbere bildiğim şarkıları çalardım o udla, sadece o kadarcık. Sonra yıllarca öyle bir köşede boynu bükük kalmıştı. Geçtiğimiz akşamlardan birinde ud taksimi dinlerken aklıma geldi. Neden denemiyorum? Hayat normalleşmeye başlar başlar en yakın müzik okuluna kayıt yaptırmaya karar verdim. Neyse ardından, babamın dinleti kaydı tamamlanınca, salonun köşesine usulca yerleştirdiğim ney geldi bu kez hatırıma. Babamın videoda üflediği, büroda muhafaza ettiği, yayla akşamlarını hüzünlendirdiği o neyi… Babam gidince bürodan aldığım tek eşyası o ney olmuştu. Zaten bana babamdan kalan bir börk, bir ney, bir yağlı boya tablo ve birkaç kitaptan başka bir şey olmadı. Bir de hastaneye son götürülüşünde ayağından çıkarılan çorapları..
Babamın neyini yıllarca üflemeye çalışmıştım. Her seferinde de “Baba ya bundan ses çıkmıyor, galiba gerçekten imanla ilgili bir şey,” dediğimde, “Ver kızım göstereyim,” deyip, ağlatırdı neyi de beni de, üfleyerek.
Neyse Youtube’dan bir ney eğitimi açıp bir buçuk saat kadar ses çıkarmaya çalıştım. En sonunda yok elini dizine koy, yok şu parmağın burada yok orada tut, bütün bu direktifleri atlayıp tek bir dudak hareketi yaparak nihayet yıllardır çıkaramadığım o sesi çıkarmayı başardım. Ama evdeki hoplamalı, zıplamalı, haykırmalı hâlimi görmeliydiniz. İnce bir detay fark ettim; videodaki hoca “’Hû’ dediğinizde çıkacaktır, eğer dudağınızın kenarına doğru şekilde yerleştirirseniz” demişti. Ne hecelediysem ya da dediysem çıkmayan ses hakikaten “Hû” diye üfleyince çıktı.
Ardından bugünlük bu kadar çalışma yeter diyerek neyi yerine götürdüm. Bu defa epey aklımda olan babamın yayınevine teslim ettiği dosyaları okumaya yeltendim. Dünya açılınca baskıya devam edilecek. Hep söylerdi; “Zeynep sen benim dosyaların redaksiyonunu yapar mısın?” diye de ben de ona şey derdim “Vaktim yok baba, hem ben çok pahalıya okuyorum bütçen yetmez.” “Aşk olsun,” derdi, güler geçerdik. Şimdi açıp okudum da dosyadan birkaç makalesini, “Vay be! Çok iyi dosyaymış, keşke istişaresini yapsaydım onunla,” dedim. Böyle. Onun kelimelerine dokunmak, onu anlıyor olmak, yazdıklarına hayranlık duymak, onda kendimi ve kendimde onu bulmak da büyük kıymet, şans benim için. Sonra da şükrettim. Şu okumak ve yazmak üzerine beklentisizce sabır gösterip, emek verdiğim için hep takdirini almış olmak da en büyük tesellim şimdi.
Bundan çok yıllar önce iki arkadaş bir yayınevi kurup sektörde var olmaya çalışmıştık. Cağaloğlu’nda eski bir hanın, ufak bir odasında… Birlikte çalıştığım dostum Mert, sol cenahtan ve her eylemde en önde yer alan, babamın hayatında en tasvip etmeyeceği yaşam tarzının temsiliydi. Buna rağmen ikisinin de sevimli ve kuvvetli belâgatları sebebiyle her hafta ofise uğrayan babamla Mert arasında lezzetli bir frekans yakalanmıştı. Bizim işler maddi açıdan zora girince babam bizi arayıp, “Gelin büronun bir odasını kullanın, buradan sürdürün faaliyetlerinizi,” demişti. Bir de bu işlerde uzun uzun yıllar çok fazla para kazanamamış olmama rağmen her seferinde “Olsun kızım, çok kıymetli bir iş yapıyorsun ben destekliyorum,” diye eklemişti. Neyse, Mert’le biz, Mert’in kendini doğaya adaması ve sonunda ağaca filan tapmaya başlaması nedeniyle on yıldır görüşememiştik. Mert geçenlerde “Selahattin Amca mı öldü ya, inanamıyorum,” deyip o kadar üzgün aradı ki beni. “Baba” dedim ya… Sen kimlerde ne izler bırakmışsın böyle!
Kuran’ı Kerim’de ilk ayet “Oku” diye başlıyor. Mesnevi’nin ilk kelâmı “Dinle”. Babam da bana hep “Yaz,” dedi. Son konuşmamızda bile “Yaz,” dedi. “Kimse okumasa da ben okurum,” dedi. Şimdi kimse okumasa da kendim okurum deyip yazıyorum babacığım. Okuyorum, Dinliyorum, Yazıyorum babacığım…
Gözyaşı insanın kalbini ferahlatıyor.Ağlamayı ihmal etmeyin.
14. Kayıt
Sosyal medyadan birkaç gündür takip ettiğim biri mesaj attı bugün. Ben aslında bu civardan biliyor da takip ediyor/ediyorum zannetmiştim. “Babanız, babamın asker arkadaşıydı” dedi. Gözlerim doldu o mesajı alınca. Toparlandım uzandığım yerde. Doğruldum, heyecanlandım. Hafızamı taradım hemen, babamın anlatmadığı ya da dürüst olayım benim çok dikkat kesilerek dinlemediğim –muhtemelen- askerlik anılarını düşündüm.
Biliyor musunuz… En çok sevdiğinizi kaybettiğinizde yastığında kalan bir saç teli bile paha biçilmez değerde oluyor.
Bugün daha önemli bir şey olmadı.
İyi insan olarak kalmaya özen gösterin yeter. En zoru bu zaten. Kolay gelsin.
13. Kayıt
Çok anlatacak bir olayım yok bugüne ait. Düne dair ya da önceki güne ya da öncesine… Hadi sizi şaşırtayım, yarına bile yok aslında. Tarihe not düşüp de ne yapacağız ama değil mi? 1984’de -George Orwell- bunun gayet değiştirilebilir bir şey olduğunu okumadık mı?
Yine de söz uçar, yazı kalır demişler. Böyle atasözleri, deyimler, nasihatler, meseller filan derken galiba bildiğin yaşlanıyorum ben. Aslında bugün vasiyetimi yazacaktım buraya. Bence kalması gereken en kıymetli yazı o. Bu arada çok yakın bir arkadaşım kendine Kerbela ziyaretinden kefen aldı. (Tanrım, yazıyı çok karanlık sürdürüyorum. Affedersiniz) Kefen muhabbetine inanılmaz heyecanlandım. Ardından tesadüfen izlediğim Dedemin İnsanları filminde bizim romantik yönetmenimiz Çağan Irmak da -ki bayılırım- bu detaya şahane yer vermişti ve ben -akabinde- o sahneden çok etkilendim.
Şimdiye dek sürekli hayattan beklentileri olan, maddi güce –gerektiğince- ehemmiyet veren, para harcamayı da seven biri olmama rağmen ilk kez bir şeye sahip olmak, bir şeyi edinmek için bu kadar yanıp tutuştum. Ortalık düzelince yapacağım ilk şey kefen almak. Dikişsiz.
Yine gün sonunda ölümü andıktan sonra, sanki hiç ölmeyecekmişim gibi sabahın dördünde kalkıp tez çalıştım. Konu “yoksulluk” ile bağdaşık olduğundan, yaptığım makale taraması sırasında, evde de bununla ilgili biraz münazara yaptık bizim bıyık beyle. Ben gündemi pek takip etmeyen, kendini bu dünya gailesinden mümkün olduğunca uzak tutmaya çalışan biri olarak doların yedi lirayı geçtiği haberini yeni aldım.
Oturdum sonra yine bir sürü insan için kafamdan çözüm yolları didikledim. Bu insanlar hatta biz, bu kadar zor şartların altından nasıl kalkabiliyor, nasıl ay sonunu geçirebiliyor(uz) diye düşündüm durdum. Okulda küreselleşme dersi almıştım. Hocaya da aynen böyle sormuştum. “Hocam! Bu bir mucize!”
Durumun, bu ülkeyle ilgili bir şey olmadığını düşünüyorum. Esasen –kanaatimce- bu salt bu ülkeyle alakalı değil. Bilmiyorum, dünyayı da gezmedim tabi ama Amerika’da hatırı sayılır bir süre geçirdim mesela. Artık insanlar, sokaktan geçen ve hiç tanımadığı insanlardan yalnızca bir tek sigara isteyip karşılığında cent verecek kadar kapitalizmi yaşıyorlar. Muhtemelen bunun daha küçük bir örneği olamaz. Bir süre sonra da siz alışıyorsunuz bu sisteme. Taksiye bindiğinizde ödeyeceğiniz vergi ya da kafede vermek zorunda olduğunuz bahşiş gelip konuyor önünüze. Düşünsenize Türkiye’ye bu sistemi getirdiğinizi… Cem Yılmaz’ın bahsettiği gibi o sistemi “yıkarlar.”
Evet, kapitalizmin ister istemez bir parçasıyız. Evet artık bunun geri dönüşü çok zor, hatta belki imkansız. Belki bu virüs sistemi aniden çürütmese bile önemli oranda hasar verdi. Göz göre göre dünyanın kepenkleri indi ve durduruldu tüm dünyada egemen olan küresel kuvvet. Ayrıca bu hususta en derin yaram bu küresel kapital diktenin “yerelliği” de ulaşılamaz ve lüks kılmış olması. Bunun üzerine yüzlerce örnek verebilirim. İnsanoğlu aç gözlü, vahşi ve “katliamsever.” Ne kadar çok şeye sahip olsa bile bir gün ardına dönüp bir kez bile bakmadığı yoksulun yeri geliyor yoksulluğuna bile ya da var olan yokluğuna bile göz dikiyor.
Mesela uzun. Vakit dar. Ayrıca karnım da aç.
Bazen böyle zihninde birbirinin kuyruğunu yakalayamayan onlarca tilkinin fısıltısını üflüyorum buralara, anlamsız anlamsız… Olsun. Bence bundan sonra daha güzel şeyler olacak. Cömert kalın.
12. Kayıt
Uyandım. Döndüm, döndüm, döndüm durdum. Birhan Keskin’in bir şiiri geldi aklıma.
“Döndüğüm, döndüğüm ama döndüğüm
Döndüğüm bu sema sensin, döndüğüm.”
Ben düz duvarlarla bakışmaktan başka bir şey bulamadım yine. Sonra kalktım, bir sarımsak mı sarmısak mı ikileminde anneme uğrayıp zihnimdeki tartışmayı bastırarak siparişini teslim ettim. Bu arada ikilemde kalınacak kadar var, bu şey muazzam pahalılaşmış. Çoğu evde yüzüne bakılmayan sarmısak! Bizim editöre sordum bugün “sarımsak ulan!” dedi.
Mesela tartışmayı uzatmaktan çekindiğim insanların başında bizim editör gelir. Editör olduğu için değil, öyle biri olduğu için. O, sonuna “ulan” diye eklediğinde “aman iyi tamam” deyip kestirip atmazsan zarardasın.
Bu arada bu yağmurlu hava o kadar heyecanlandırdı ki beni, dışarı çıkarken ruj bile sürdüm. Her ne kadar baharda doğmuş olsam da kesinlikle puslu hava insanıyım. Yağmur yağsın, toprak, deniz koksun sokak, saçak altlarını kollayayım yürürken, şemsiye kullanmayayım, hırpalanmış botlarımı giyeyim, trençkotumun kemerini fiyonk yapayım, boynuma bir şal atayım, ufacık ürpereyim sokağın ferahında… Yağmurun değdiği her bir saç telim boncuk boncuk kıvrılsın. Huzurlu bir mücadele vereyim yürürken kendi içimde, sokakta.
Eve gelip turuncu mercimek çorbası yaptım. Limon kabuğundan nar ekşisine kadar buzdolabında ne bulduysam attım içine. Bir de iki yıl evvel Halfeti’den aldığım dağ kekiği vardı. İki yıldır aromasından ve kokusundan hiçbir şey kaybetmemiş. Salçayı Antalyalı akrabalarımız yapıp göndermişti. Zeytinyağını babam… Ah güzel babam… Her hasatta büyük tenekelerle taze sıkım zeytinyağı gönderirdi. Artık kullanmaya kıyamadığım gerçeği de var. Belki de iki kişi olduğumuzdan değil de zeytinyağını az kullanmak için porsiyonları küçük pişiriyorum. Bilinçaltım her eylemime müdahil pes! Neyse, Türkiye mozaiğinde pişirdiğim çorbam, bence beni utandırmadı.
Bu aralar çoğu insan gibi çalışmaya başladığım saat, gecenin 11’ini buluyor. Fakat zihin çatışmalarıyla başladığım günü bana göre olanca verimlilikte tamamladım. Üç aydır ertelediğim teze “hadi bakalım” dedim nihayet. Artık danışmanıma mail atmaya utanır hâle gelmiştim çünkü. Dante’nin Cehennem’ini okumaya da devam ediyorum. Haftalar sonra huzurla uyuyabileceğim sanırım.
Hah! Bir de sıfır takipçili bir twitter hesabım var artık. Baktım herkes orada, bulaştım ben de yıllar sonra. Fakat çok değişmiş oralar. Şimdilik konvers fotoğraflı hesabım boşlukta sallanıyor. Neden bulaştım bilmiyorum da. Neden aramıyorum da. Yaşıyorum karşılaştığımca.
Sevgiyle Kalın.
11. Kayıt
Ouzan’a Mektup…
İnsanın dostları olmalı. Vakitsiz arayıp ağlayabileceği. Ve senin acını kendi ciğerinde, duyacağın ses tonunda taşıdığını görmek onun.
Oğuzhan, sana hep “fakir” diyorum ya. Senin varlığın servet biliyor musun? Başkalarının yarasını kendi bandının içerisine hapsettiğini biliyorum. “Keşke bunca acıyı ben çeksem” diye içerinden fısıldadığını işitebiliyorum. Sen, ben ve diğer dostların için çok kıymetlisin.
Bahçeye bırakmak zorunda kaldığın kedine bile mahcup olacak kadar duyarlı olduğun için iyi ki benim, bizim dostumuzsun. Bunca yaşına rağmen annenin kalbine üfleyebildiğin için iyi insan, hayırlı evlatsın. Varını yoğunu, kitaplara, öykülere, masallara yatırdığın için değerlisin, insanların kaderinde ve çekişmelerinde ve öfke ya da samimiyetlerinde alt metin aramadığın için bilgesin, kendi doğruların, davan, duruşun olduğu için güçlüsün. Sen iyi ki hayatımızda, yanımızda, yöremizde, yolumuzun başındasın.
Çok bir şey öğrenmedim büyürken belki. El yordamıyla keşfettiğim en paha biçilemez şey hayatta mühim, kıymetli dostlar biriktirmek. Ben, yolda kaldığımda kapısını çalacağım böyle dostlara sahip olduğum için çok şanslıyım. Bu da benim belki de hep peşinden koştuğum hakikatim.
Geçen üç gün içerisinde kayda değer yaptığım tek şey dostlarım, dostluklarım hakkında tefekkür etmek oldu. Çünkü derler ya, dostların seçtiğin ailendir diye. Kocaman, şahane bir ailenin parçası hissediyorum kendimi. Yoksa bu acılar tek başına yüklenilmezdi. Bugün, buradan her birine ayrı ayrı, varlığıma anlam kattıkları için minnettarım. Onlarla köklerimi güçlendirip, filizlerimi sürüyor, yaralarımı iyileştiriyor, mutluluklarımı kahkahalarla süslüyorum.
Yazacak daha önemli bir değerim yok bugün. Babam hep “Allah iyi insanlarla karşılaştırsın” derdi. Şimdi biliyorum ki babam çok haklı dualar ediyormuş. Ben de hepiniz için aynısını diliyorum. Umarım kalbinizin içini görebilecek dostlarınız olur. Yoldaşlarınız…
10. Kayıt
Bazen açlıktan bazen de hiçbir şey yapmıyor olmanın verdiği yorgunluktan yazamıyorum. Kimi zaman da yeterli hüzne kapılamıyorum galiba. Bugün Elif’e “Ne yazayım, yok mu bir hüznün, sıkıntın, kederin? İlham ol bana” dedim. “Bu aralar keyfim çok yerinde ve bu nadiren olur,” dedi bana. Mutlu oldum.
Biz hüzün sevdiğimiz kadar keyif de severiz. Bunların hepsi büyürken fazla şiir okumuş, fazla empati yapmış ve hafta sonları fazlaca Türk filmlerinin büyüsüne kapılmış olmaktan muhtemelen. Sabah kahvaltılarını hazırlarken annemin, “uyanın” nidalarının arasında fondan muhakkak Ayhan Işık, Türkan Şoray, Tarık Akan replikleri gelirdi. Türk filmi kırmızı çizgimizdir nihayetinde.
Mesela ben kapı gıcırtısına gözleri dolan bir kadın olarak, Hülya Koçyiğit ve Kartal Tibet’in oynadığı Senede Bir Gün filminde esir alınan Türklerin sırayla taş taşıdıkları anda Adnan Şenses’in şarkıyı seslendirip kırbaçlandıktan sonra art arda Kartal Tibet, Kadir Savun, Münir Özkul’un şarkıyı devam ettirdikleri sahneye her defasında hıçkıra hıçkıra ağlarım.
Ya da yine Hülya Koçyiğit ve Tarık Akan’ın oynadığı Beyoğlu Güzeli filminde Ceylanpınarı’nda oturup Alev’in Ferit’e “Bakarsın seni bırakıp kaçarım, bakarsın ölürüm” dediği sahnede de düğüm düğüm olur boğazım. Sonra, Türkan Şoray’ın o muhteşem Dönüş filmi çıkar karşıma. Kadir İnanır’ın yani İbrahim’in sonunda köye, Gülcan’a dönüşünde geçirdiği trafik kazasının ardından, Gülcan’ın İbrahim’in bebeğini göğsüne bastırıp bir hikayeyi bitirişi ve yeni bir hikayeyi başlatmasına… Peki ya Sabiha? Sabiha’nın Vesikalı Yarim filminde, Halil’i görmek için babasının manavına gidip babasının Sabiha’ya hiçbir şey sormadan bir kese kağıdına elma doldururken “Halil nasıl?” demesi. O eski insan naifliği? Ben tutamam buralarda hiç, hem utanır bunca yaşımdan hem de hiç utanmadan ağlarım iki gözüm iki çeşme hâlâ…
Hüzün bizim ışıldayan tarafımız. Ama biz de biliyoruz en sevdiklerimizi aynı masada ağırlayıp kocaman gülümsemelerle, eğlenceli gürültüler arasında servis tabaklarını birbirimize uzatmayı. Yaz gecelerinin tatlı serinliğinde kalkıp bir şal almak isteyişini fakat o muazzam sohbeti bırakıp içeri giremeyişini hatırla mesela. Akşam sefalarının akşam ezanıyla açmaya başlayışı ve her yaz topladığın o tohumların sürekli doldurduğun ceplerinde unutulması ya da…
Hayatımda, birbirlerini hiç tanımayan, karşılaşmamış fakat bir denk gelseler muhabbeti zirveye taşıyacak insanlar var. Şahane adamlar-kadınlar var ayrı ayrı arkadaşım. Şimdi Elif’in baş köşede olacağı bir masa hayali kurdum.
Şöyle harikulade bir masa hazırlayacaksın. Sıcak soğuk Allah ne verdiyse sereceksin mezeleri, çıkaracaksın. Hep beraber, herkes bir sandalye çekecek. Toplaşacaksın masaya hepsiyle. Fonda kesinlikle ama kesinlikle Necdet Tokatlıoğlu ud taksiminin ardından “yalnız bırakıp gitme bu akşam yine erken, öksüz sanırım ben kendimi sensiz içerken” olacak. Kimse gitmeyecek bu sefer. Herkes hâlinden memnun. Ve kimse ölmeyecek. Sen de diğerleriyle taksimi dinliyormuş gibi yapacaksın ama orta karar bir ses tonunda etrafınla sohbete dalmış olacaksın. Börülceyi biri sana uzatacak, sen ötekine közlenmiş biberi. Bir kargaşa, tatlı bir gürültü, bir tarifsiz muhabbet olacak. Necdet Bey şarkıya girince ucundan kısılacak sesler. Havaya herkesin kalbindeki, ruhundaki, zihnindeki anılar toplu hâlde ama yavaş yavaş çökecek. Herkes kırgın, herkes bir miktar kaybetmiş, yine de mutlu, hey gidi’li gülümseyecek kendi içine.
Bak işte yavaştan mırıldanmaya başlayıp bir taraftan sigara kullanan paketini, tütün kullanan çarşafını ararken tam o anda şöyle diyecek Necdet Hoca “en neşeli demler bu gece sazla geçerken”. Herkes birbirine bakıp birlikteliğine, bu geceye, bu masaya, hatta Türk sanat musikisine, ud’a, Mısırlı İbrahim Efendi’den, Ahmet Refik’e kadar şükredecek.
Mutfağa çatalları yenilemeye gittiğimde, içeriden gelen müziğin ve dostların sesiyle kalbime şöyle fısıldıyorum; ‘Yaşlanıyorum galiba’. ‘Şükredecek çok sebebim var ve hayattan az beklentim kaldı.’
var olsun masamın eski bir sandalyesini çekip soframı benimle paylaşan tüm dostlarım! Fakat yine de kaç kişiyiz Ayhan Işık’ın sesinden Gönül Belası şarkısını dinleyip içlenen?
9. Kayıt
Bu satırları size çalışma odamdaki ahşap çalışma masamdan yazıyorum. Böyle söyleyince kulağa çok havalı geliyor değil mi. Siz bir de akşam görün bu odayı. Perdeleri kapatıp abajurun ışığına sığındığımızda…
Kalkıyorum ara sıra çalışma koltuğumdan. Beyaz. Bu odadaki hiçbir şey bir diğer şeyle uyumlu değil. Tüller siyah, güneşlikler pembe. Duvar kapiçino gibi alengirli bir renk. Kitaplıklar kırmızı, kilim mavi fakat berjer turuncu, çalışma koltuğu beyaz fakat abajur mor. Kanepe bej. Böyle bütçenin yettiği kadar yerleştirilebilmiş bir oda işte. Bu altımdaki beyaz koltuğa da bay bıyık Ferrari diyor. Bence tam bir Tofaş. Da. Neyse konumuz başka.
Bugün aslında telefon rehberlerinden bahsedecektim size ama o sırada düşünmek için cama yaklaştım. 33 yıllık maratonun 25 yılını filan izleyerek geçirdiğim için cama yaklaştım aheste bir aşinalıkla. Bir de ne göreyim, hiçbir şey. Sonra gittim mutfağın camından baktım, hiçbir şey. Sonra yatak odasının camından, hiçbir şey… Balkondan aynı. Sürekli bambaşka daireler dışında hiçbir şey görmüyorum ve bu beni gerçekten kahrediyor.
Oysa ben en çok boşlukları, geniş düzlükleri, tarlaları, uzun ince yolları, uçsuz bucaksız denizleri sevdim. Şimdi bu şehirde nereye baksam başka bir pencere, bambaşka bir hayat fakat bilinmez. Perdeleri sıkıca kapalı daireler. Kimse perdesini kıpırdatamıyor. Görünmez diyorsun, ama sen görüyorsan muhakkak o da görüyordur. Dolanamıyorsun şöyle en gizli mabedinde yalınayak. Ağlayamıyorsun höyküre höyküre, çünkü sesini duyan, kapını çalan, kolluk kuvvetlerine duyuran olur maazallah. Acı çekiyorsun değil de hatta özlüyorsun değil de ve hatta dayanamıyorsun değil de çığlık atıyorsun, kavga ediyorsun zannederler. Biliyorsun, insanlar çoğunlukla bilmezler. İnsanlar genellikle zannederler.
Ben kaplumbağa gibi kabuğuma sığınmayı, büyükşehirde yaşıyorken öğrendim. Ezen, söylenen, soran, gören olmasın diye kollarını, bacaklarını ve kafanı ve yüreğini kabuğunun içine sığdırabilmeyi öğretiyor sana büyükşehir.
Giremediğin denizin insanı olduğunu zannediyorsun. Vapurda birisi içtiği sigarayı denize atıyor, aman kavga çıkmasın diye bakışlarına bile müdahale ediyor yanındakiler. Bir şekilde artık yerlisi olduğum Bodrum’da bir akşam dolaşırken kıyıda oturan kaptanlara denizin nasıl böyle temiz kalabildiğini sorduğumda, “ekmeğimiz deniz bizim, tabi temiz tutacağız ”dedi. Bunu şimdi gel de bizim denize bira şişesini, sigarasını vs fırlatan hayvanlara anlat değil mi?
Bazı şeyler çok zor.
Bak atmosferdeki delik kapanmış. Yunuslar sahillere koşmuş. Şehirlerden tepeleri karla kaplı dağlar görünür olmuş. Dünya bir kendine gelmiş, nefes almış, dinlenmiş. Peki şu balkonsuz, bahçesiz, ağaçsız, geniş düzlüksüz evler, apartmanlar ne olacak peki? Sıkıştırılmış, konsantre hayatlar? Uyurken üzerine üzerine gelen gardroplar, kenarından geçmek zorunda kaldığımız orta sehpalar, buzdolabının kapağını açtığımızda yer kalmayan mutfaklar, yılda bir kez ya kullanılan ya da hiç akla bile gelmeyen yemek takımları? Ne olacak bütün bunlar?..
Bugün yine en çok düşündüm durdum. En çok duruyorum zaten. Bir de düşünüyorum. Bazen durup düşünüyorum bazen de düşünürken duruyorum.
Gidip bütün perdeleri ardına dek açıp, buradayım ve yaralarım kanıyor diye bağırmak istiyorum. Bu kadar acımasızlık ve beton içerisinde bunca yol nasıl yürünür soruyorum şimdi. İnsan olmanın her hâlini sırtında taşımak kâbus gibi. İnsan olmak nerede başlayıp nerede bitiyordu?
Sonra yasak elmaya uzanan eli terslemek geçiyor içimden. “Neden” diye! Bu yaşamak gailesi, üstelik böyle bir “yaşamak” içerisinde sadece külfet. Varoluş inlemelerimiz ne zaman dinecek, biz kimiz, bu yol nasıl biter…
8. Kayıt
Merhaba,
Aradan aylar geçmiş ve hiç sözcük tüketmemişim gibi hissediyorum. Hiç yazmamış, hiç konuşmamışım gibi. Oysa atlanan sadece birkaç gün. Yine sadece uyumaya çalışarak, okumaya çalışarak geçen birkaç zayi gün…
Ne olacak. Zaman ne kadar da izafiymiş değil mi? Aylardır perdeleri kapalı ve güneş ışığının sadece dar alanlarda kısa paslaşmalar yaşamaya çalıştığı, kullanılmayan bir salonun parkelerine değme çabalarıyla geçen haftalar. Tükendi.
Özlediğim hiçbir şey yok. Fakat çok fazla kimse var. En çok da bir kişi. O da malumunuz zaten. Kendimi hayata iteleyecek herhangi şey bulamıyorum. Olur böyle arada. Olsun.
İSAM var bizim, Üsküdar’da. İslam Araştırmaları Merkezi. Kalabalık ama sakin. Uzak ama huzurlu. Büyük ama bir başınalık imkânı tanıyor. Çayı beş kuruş, fotokopisi on. Ben hep üçüncü katın ortasında ve sağ köşesinde aynı masaya otururum. Evimde kıymetli bir kütüphanem ve çalışma odam hatta müsait bir yalnızlığım olduğu hâlde İSAM’ın ve İSAM’da çalışmanın keyfi, verimliliği başka. Evde yapamadığım birkaç sayfa tashihi orada birkaç forma adedince yapabiliyor, yorulduğumda hep aynı ağacın altında uzanabiliyor ve birkaç ayda bir denk geldiğim ahbaplarla hasbihâl edebiliyorum.
Günler azalıp, yazılacaklar ve okunacaklar biriktikçe, yapılacak işler üzerime üzerime gelmeye başlayınca, yayınevinin editörü arayıp dosya teslim tarihi isteyince yoğun bir telaşla İSAM’a koştuğum günleri arıyorum şimdi. Aksi hâlde evde çayımı, kahvemi dahi tazelemeye enerjim yok.
Yazmadığım birkaç gün içerisinde yine Netflix’den Mesih dizisine sardım önce. Saramadım aslında. Sarmadı da beni. Zorladım ama yedinci bölümde filan bıraktım. Neredeyse Osman Sınav’ın Acı Hayat dizisini filan izleyecek kadar bir geri çekilme ve ne yapacağını bilemez hâle geldim. Sonra da Ahmet Kaya şarkılarıyla bezenmiş Suskunlar dizisinin yirmi sekiz bölümünü de tamamladım. Gerçekten faydasız insan tanımına bu günlerde öyle çok uyum sağlıyorum ki vicdanla taşınır gibi değil.
Eğer bu karabasan dünyanın üzerinden artık kalkmaya başlarsa önce buradan çok uzaklara uzanıp sonra da soluğu suyun altında alıp, tüpü sünnetleyip yettirebildiğim kadar dalış yapmak istiyorum.
Geçtiğimiz günlerde eski bir paylaşımımla karşılaştım. O anda gidecek bir yer sormuşum ve ilk dalış badimden yanıt gelmiş “ben hiç söylemeyeyim” diye. Tez vakitte, buralardan bir süre uzak kalacak kadar elverişli bir zaman dilimi diliyorum ve denizin kenarında oturmak, içinde yüzmek, altında dalmak için gün sayıyorum.
Artık sağlıklı depresyonlar da dilemiyorum size. Umarım günden güne zaman zayi edebilecek, benimkilerden faydalı hobiler keşfedebilmeniz dileğiyle.
7. Kayıt
Tek kelime etmek istemiyorum. Son peygamberin hadisine itiraz eder gibi tüm günler birbirinin aynısı. Zarardayız. Evde olmaktan, yalnızlıktan, evin derlenmesi, toplanması, mutfak, çamaşır, elektrik süpürgesi ve sair ilişikli her şeyden çok yoruldum. Sıkıldım. Hatta artık nefret etme aşamasına geldim. Bu sabır akli melekelerim adına hayra hiç alamet değil.
Gündüzleri uyanamıyor geceleri ise uyuyamıyorum ve buna kesinlikle bir çözüm bulamıyorum. Bu beni daha da perişan ediyor. O kadar faydasız hâle gelmişim gibi hissediyorum ki dokunacak bir öykü bulamıyorum. Telefondan, bilgisayardan, sosyal medyadan, salondaki lacivert kanepeden, mutfaktaki tekli koltuktan bile tiksinir hâle geldim. Artık kendi kendime dahi konuşmuyorum.
Yapacak yığınla şey var ama hiçbirine başlayamadan kendimi tükenmiş hissediyorum. Evdeki tek sevdiğim şey sanırım kırmızı kahve makinesi. Ve sanırım geçenlerde bahsettiğim salgınla ilgili o bilindik kitabı okumaya devam etmek de istemiyorum. Ve sanırım mutfaktaki kalorifer peteğinin üzerine bir iki hafta önce yerleştirdiğim Dante’nin İlahi Komedyası’nı alıp CEHENNEM’den başlayıp okuyacağım. Şu an kahve makinesi haricinde ilgimi çeken tek şey o.
.
.
Ben bunları size ulaştırma gayesinde karalarken bir an kalkıp dayanamadım ve CEHENNEM’i rastgele açtım. Şimdi size çıkan kısmı kopyalayıp aranızdan ayrılıyorum.
Ruhumuz, Allah’a emanet!
**
“ 43 Dediklerini dinleyince, büyük bir acı doldu içime
çünkü Limbus’ta sallantıda olanların içinde
değerli insanların bulunduğunu anlamıştım.
46 “ Ustam, efendim söyle bana”
diye söze girdim, sarılmak amacıyla
her hatayı alt eden o inanca:
49 “kendisinin ya da başkasının çabasıyla buradan çıkıp da kutsanan biri var mı?”
Üstü kapalı sözlerimi anlamıştı,
52 yanıt verdi: “ Buraya yeni gelmiştim ki,
başına zafer tacı giymiş güçlü biri
de buralara indi.
55 İlk atasının, onun oğlu Habil’in, Nuh’un,
yasa koyucu uysal Musa’nın,
İbrahim peygamberle kral Davut’un,
58 İsrail’le babasının ve çocuklarının,
ve daha birçoklarının,
ve uğrunda onca şeye katlandığı
61 Rachele’nin gölgelerini cennetlik kıldı.
Şunu da bilmeni isterim ki,
daha önce hiçbir ruh kurtulabilmiş değildi.”
6. Kayıt
Bu satırları size karanlığın içinden yazıyorum. Bir trafo yangını -öğrenebildiğimiz kadarıyla- sebebiyle, yirmi birinci yüzyıla yakışmayacak uzunlukta -iki saattir- elektriksiziz. Evde bir telaş, bir panik havası…
90’larda çocuk olmayı dibine kadar yaşamış iflah olmaz bir romantik olarak bu karanlık hoşuma bile gitti evvela. Sessiz ve yapay frekanssız bir evim var. Az eşyalı bir de. Fazla büyük olmayan üstelik. Bundan önceki hafif burjuva hikayemiz 150 metre karede geçiyordu. Boydan camlarına ihtiyar çınar ağaçlarının dalları yaslanıyordu. Üst katında muazzam bir teras, işimizi görecek bir mangal ve salıncak ve hatta semaverimiz dahi vardı. Ama kocaman evde naif bir sessizlik hakimdi. Televizyonumuz yoktu. Hâlâ yok ve hiç olmadı. İlk kez ziyarete gelen olduğunda ya da herhangi bir durumda sohbetin arasında televizyonumuz olmadığını söylediğimizde yoğun olarak şaşkınlıkla karşılaşıyoruz. Zamanla bu şaşkınlık yerini “artık bir televizyon alın” ısrarına bırakıyor. Sanırım yaklaşık dört yıl sonra ilk defa bu korona günlerinde aklımın köşesinden minicik bir an televizyon almak geçmiş olabilir. Yalan yok! Fakat direndim ve bu ufak düşünce kırıntısını bertaraf edebildim. Elimizde akıllı telefonlar, kucağımızda kişisel bilgisayarlarla zaten yeterince yüksek yapay bir frekansın kontrolü altındayız. Salonun mümkün olduğunca boş olması kuvvetli bir huzur veriyor. Şimdi bunları yazarken fenerle aydınlattığım duvarlara göz gezdiriyorum da, televizyonu yerleştireceğim herhangi bir köşeye kıyamıyorum inanın. Salonun hiçbir boş duvarını feda edemiyorum, baş köşeye televizyonu yerleştirmek de kendimize yapacağımız en büyük adaletsizlik geliyor bana.
Buna rağmen, yani elektriklerin kesilmesiyle gömüldüğümüz karanlıkta ve sessizlikte her zamankinden farklı bir aura olmamasına rağmen, içten içte sevindim. Dedim ya, 90’larda sıkça elektrikler kesilirdi. O zamanlar oturduğumuz küçük bir çatı katı dairemiz vardı. Dört bir yanı ahşap, lambri olan. Babam, salonun ortasına üzerinde bir cam içinde minik bir torba bulunan, altı küçük tüp olan adını hiçbir zaman bilmediğim bir şey yakardı. Bu satırları üç ay önce yazmış olsaydım hemen babamı arar, tarif eder ve o şeyin adını öğrenir, sizi de bu gereksiz detayla aydınlatırdım. Fakat üzgünüm. İnanması güç ama babam yaklaşık üç ay önce öldü.
Neyse, o ortamı aydınlatan küçük tüplü ışıkla gölge oyunları oynanır, sohbet edilir, yemekler yenirdi. Sadece enerji kısıtlaması için değil hatta, 90’larda siyasi protestolar ve faili meçhuller bile “sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” sloganıyla ışıklar söndürülürdü. Bazen de iletişim amacıyla gerçekleşirdi. Beyazıt Öztürk, kimler bizi izliyor derdi, izleyen pek çok hane ışıklarını yakıp söndürürdü Cuma akşamları. Yani ışık, aslında bir şekilde hep iletişimi kolaylaştırdı. Ama televizyon özellikle son yıllarda geldiği noktada bizi esir etmekten başka bir işe yaramadı.
Biraz daha uzatırsam sıkabilirim endişesi taşıyarak yazıya devam ediyorum.
Bu akşam ev arkadaşım bay bıyık ile karşılıklı kanepelerde hikaye kurgulama diye bir oyun oynadık. Ben bir hikaye kurguladım ve başladım o devam ettirdi, ardından o bir anda durdu ve ben sürdürdüm. Sonra tünelin ucun boktan bir yere çıktı, anladık ki bizden bir numara olmaz. Soda açtık içtik. Sigara yaktık filan derken, bay bıyık ısrarla youtube ile kavga edip operatöre söylendi. Derken acıktı, derken mutfağı henüz toplamamış olduğumu fark edip telefonun minik feneriyle mutfağa yani nam-ı diğer kara deliğe yollandım. Derken telefondan klik klik diye şarj bitiyor uyarısı geldi. Derken, elektrik kesintisi bana keyif vereceğine inanılmaz bir huzursuzluk verdi. Kitabın da tam aktığı bir yerdeydim, aklım orada kaldı filan.
Anladım ki ben baya modern zamanlar insanıymışım. Bu nedenle önce elektriği bulanın, sonra ampulü icat edenin sonra da medeniyetin gözünü öpeyim.
Sağlıklı haftalar dilerim.
Babasının kızı. Sağlıklı ömür diliyorum sevgili Zeynep. Karanlıkta kaldığınız geceleri aydınlatan o cam içindeki küçük torbalı ismini bilmediğin o alet çocukluk yıllarımızın en büyük ışık kaynaklarından “lüks” idi. Binleri aydınlatıp gönül dünyalarına ışık olan bir babanın evladına selamlar sevgiler gönderiyorum. Güzel günler yakın olsun inşallah. Nazmi Polat-Samsun
Derinlerden geleni kaleme almak ve hayat ta olanın anlatımı ancak bu kadar net kağida dökülebilirdi,yeni sayfanda huzur ve sağlık bir arada bolca neşe ile alasın. Sevgiler Zeynep hanım.