Html code here! Replace this with any non empty text and that's it.
Bundan önceki günlük yazımı İstanbul üzerine yazmıştım. Bıraktığım yerden İstanbul’la devam edeceğim. Malum, fethin 567.yılını kutladık. Böyle mühim günler için “Kutladık” yerine “İdrak ettik” kalıbını kullanmayı daha şık bulurum. Fakat bu “Şehr-i Şehir”in fethini idrakten hayli ırak olduğumuz için kullanmaktan imtina ettim. Gorki, bir öyküsünde berberin usturasıyla yazarın kalemini birbirine benzetir. İkisinin de ucunun keskin olduğunu söyler. Bu yazıya da idrakten yoksunluğun kızgınlığıyla yontulan keskin kalem nasip olacak.
İstanbul’un fethinin benim için askerî yönünden ziyade “üniversal” manada siyasî yönü önemlidir. Şahî Topu elbette muazzamdır, Fatih’in ilk havan topunu icat etmesi ona olan sınırsız hayranlığımızı katmerlemiştir. Kadırgaların karadan yürütülmesi de elbette müthiş bir hadisedir fakat bunun benzerleri, hatta daha zor olanları daha önceden de yapıldığı için “biriciklik” derecesinde sayılamaz. Siyasî yönüne gelince, asıl büyük ve erişilmesi neredeyse imkânsız zafer burada yatmaktadır. Bu yalnız bir devletin başka bir devleti alt etmesi, tarihten silmesi değildir. Doğu ve Batı uygarlıklarının kadim mücadelesindeki en keskin galebelerden biridir. Fernand Braudel, Akdeniz medeniyetlerini üç merkezde tarif eder: Roma, Moskova ve İstanbul. İstanbul, Bizans’ın elindeyken Ortodoks olduğu için yine Ortodoks olan Moskova ile bir yerde bütünleşir. Bunlar, İstanbul üzerinden bir nevi Doğu uygarlığını temsil ederler. İşte Türkler, İstanbul’u alarak hem Doğu uygarlığının tek hakimi olmuş hem de Batı’ya karşı tek başına meydan okumuştur. Doğu-Batı mücadelesinin tarihinde Yunanlılar Marathon’da Batı’yı yıkılmaktan kurtarmıştır. Romalılar, Kartacalılara vurdukları darbeyle Doğu’yu yere sermiştir. Fakat Türklerin İstanbul’u fethi, Batı’ya verilmiş muazzam bir karşılıktır. Belki fetihten sonra Fatih’e atfedilen “Truvalı Hector’un öcünü aldık” sözü de bu durumun veciz bir ifadesidir. Neticede Doğu’daki Truva’nın prensi Hector da Batı’daki Akhalara karşı yiğitçe savaşıp, tanrıçaların düzenbazlığı yüzünden ölmüştü.
İstanbul’un fethini bu cihetten okuyunca şehrin maddi-manevi tüm suretleriyle bir taç misali sembol olması gerekiyor. Gerçi bize yar olduktan sonra uzun bir müddet şanına ve hüviyetine yaraşır biçimde ihtişamını idame ettirmiş. Fakat şimdiki hali, sanki o ihtişamdan gaddarca intikam almışız gibi pejmürde bir vaziyette. Şehrin kubbesinde “Bu şehir eski İstanbul mudur?” mısrası nahoş bir sada olarak uğulduyor. On yıllar içinde şehr-i şehirin güzelliğine saplanan her bıçak çehresini adeta onulmaz yaralarla bezemiş, handiyse suret-i afitâbını cüzzamlı bir hilkat garibesine çevirmiş. Tevfik Fikret’in “Sis” şiirindeki mısraları hatra geliyor: “Ey şaşaanın, kevkebenin mehdi, mezarı / Şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı” bu şehir, artık “Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr / Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr” diyeceğimiz bir ahvale sükut etmiş. Sanki zevksiz, keyfiyetsiz, ruhsuz birileri bu şehri çirkinleştirmek adına yeminler edip savaş açmış. Göz karartan, mide bulandıran ve ruh körelten menfur yapıları şehrin dört bir tarafına çirkinliğin zafer anıtları gibi dikmiş. Bunlar şehrin tarihî ve kültürel dokusunun estiği yerlerde de kara çalılar gibi temayüz etmiş. Bereket versin ki padişah türbelerinin yanından geçen tramvay raylarını, onların ruhaniyetine saygı babında keçelerle kaplamışlar. Ağlanası zarafet(!) Çirkinliğin tecavüzüyle kan ağlayan koca şehrin yanında, tramvay raylarını keçeyle kaplamak ruhaniyetin ızdırabını ne kadar dindirebilir? Kaptan’ın, “Eski padişahlar gibi unutulsa birer birer” mısraları misali o eski padişahlar da mermer hazirelerinin altında kederlerinden unutulmak istiyorlardır muhakkak.
Tanzimat devrinde, Batılılaşma heyecanının verdiği acemilik ve biraz da görgüsüzlükle İstanbul’daki pek çok bina Batı mimarisine göre tadil edilirmiş. Bundan gaye Batılılara, “Biz de sizdeniz” demek olduğu için binaların yalnız dışı sıvanıp boyanır, içerileri tam bir tezat halinde kalırmış. Tıpkı artık bedenen pörsümüş yaşlı bir umumhane karısının, müşteri çekmek için yüzünü gözünü boyalara batırması gibi… Bugün de şikayetçi olduğumuz çirkin yapıların durumu hemen hemen aynı değil midir? Tek fark bunların bedenen henüz pörsümemiş olması. Fakat İstanbul’un “salihat-ı nisvan” yapılarının yanında bunlar da umumhane karıları gibi görünmekten kurtulamayacaklardır.
Haydi diyelim toprak edilgendir. Ekileni göğertir, dikileni taşır. İnsan müdahalesi karşısında teslimiyetten başka şansı yoktur. Bu yüzden şehrin kara parçalarının aldığı yaralara karşı bir yerde pek de yapacak bir şeyimiz yoktur. Fakat sürekli akaduran, üzerindekini batırmaya muktedir, bozulması pek de mümkün olmayan denizin aldığı yaralar nasıl izah edilir? Evliya Çelebi’nin şevkle bahsettiği, çıplak elle türlü türlü derya kuzularının tutulduğu dalyanlar nerededir? Marmara’dan girince Kadıköy’den sapıp Haliç’e çil yavruları gibi dağılan balıklar nereye gitmiştir? Eskiden boğazın iki yakasında seğirtip duran çifte kayıklar, dolmuş kayıkları ve vapurlar da şehirle o kadar bütünleşirmiş ki, adeta halktan bir kimseler sayılırlarmış. Şimdi Şirket-i Hayriye’nin Süreyyaları, Neveserleri, Gülcemalleri gibi şehrin hikâyesine kazınacak vapurlar ve o vapur kültürü kaldı mı? Leyla Erbil’in “Vapur” öyküsündeki vapurun bütün boğaza karşı o muazzam ve yakıcı haykırışları gibi haykırmamak işten değil:
“Ey insanlar yürek yok mu sizde, yüreksiz ödlekler, ama biliyorum suç sizin değil, ama artık bezdim ve görmek istiyorum…”
Ey imparator kentleri, tekfur sarayları, padişah mezarları, papazlar, türbeler, camiler, çarşılar, kiliseler, sarnıçlar, binbirdirek, suyabatan…”
“Ey Kadırga, Zindankapı, Baba Cafer, Unkapanı, Ahırkapı feneri, Langa, Çingeneler, Kürtler, Dönmeler, Gürcüler, Lazlar, Çerkesler, Tatarlar, Arnavutlar…”
“Ey saray mutfaklarında Ramazan’ın on beşinci gecesi 10.000 yeniçeriye baklava yapan, ey baklava, ey Mermer Köşk 1518’de Defterdar Abdüsselam tarafından yapıldığı söylenen, ey Balkan Harbi, Enver Paşa, Mahmud Şevket Paşa, Cermen ticareti, Çanakkale, Galiçya, Kafkasya, Filistin ve Irak, kalkın hep bir olun hey!”
“Ey insanlar, kıyımlar, hamamlar, tekkeler, Aynalı Kasrı, Kanuni Sultan Süleyman, Yahudi mahallesi, Galata… Balıklı’da Bizans saatleri, Leon I’in inşa ettirdiği ve Justinianus’un genişletilmesini emir buyurduğu, nakışlattırdığı tarihi olaylara sahne olmuş kiliseyi işleyenler hey! Ey Edirne Kapısı’ndan padişah sarayına kadar çok uzun ve geniş caddeyi yapanlar, o caddeyi tepelerin üzerinden geçiren kemikler, kurukafalar kalkın ey!”
“Ey ben bu bilinci ne yapayım, nasıl doyurayım…”
Bu vaveyla İstanbul kadar uzar gider. Bereket versin ki boğazda sular hâlâ akaduruyor. Aksi takdirde sözün ve denizin bittiği yerde olabilirdik.
İstanbul’a dair en büyük dertlerimizden biri de Ayasofya Camii’nin açılması. Bilhassa fethin her yıldönümünde bu mevzu etrafında münakaşalar, istekler, galeyanlar şekillenir. Ayasofya, fethin en görkemli nişanıdır. Kılıç hakkımızın temsilidir. Fakat biz onu tekrar açmaya, içinde namaz kılmaya layık mıyız? Elimizdeki İstanbul’u getirdiğimiz hale bakarsak cevap pek can sıkıcı olacaktır. Şükür ki sembol mabetlerimizden Süleymaniye dimdik ayakta. Bu şehri Türkleştiren ve hâlâ Türk şehri olduğuna delil olan en ihtişamlı yapıdır. Kemal Tahir, Edirne’deki Selimiye Camii için şöyle der:
“Bence bugün Edirne şehri sınırlarımızın içindeyse, biz bunu Enver Paşa’ya değil, hatta Lozan Sulhu’na değil Sinan’ın Selimiye’sine borçluyuz. Selimiye orada durdukça, Edirne de bizim sınırlarımızın içinde durur, hepimiz toptan ölmedikçe… Çünkü hiç kimse Selimiye’yi hiçbir yerine sokamaz. Onu artık hiçbir barbar da yıkamaz.”
Keza bu sözler, Süleymaniye Camii ve İstanbul ekseninde de geçerlidir. Bu ve bunun gibi şehrin kimliğini beyan eden yapıları ve kültürü muhafaza ettikçe İstanbul elimizde kalacak, bir Türk şehri olduğu ispat olunacaktır. Fethin esas manasını idrak için ise daha bir hayli yolumuz var. 567 yıldır Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşa ulaşamadık. O yaşa ulaştığımızda hayaller hakikat olacaktır.
Kaleminize sağlık. İnşaAllah fethin gerçek manasına ulaşabilen insanlar olmak ve Fatih’in İstanbulu fethettiği yaşta nice fetihlere imza atan nesiller yetiştirmek duasıyla.Okuduğumuz güzel İstanbul ve fetih yazılarının yüreğe dokunanlarındandı.