10. Kayıt
Yazmak bir çaba. Üstelik sonuçsuz… Her iki bakımdan da… Yazmakla aslâ tatmin olunmuyor, sevilen ama hastalıklı şekilde sevilen bir tatlıdan, kendine hâkim olamayarak, saldırırcasına yemek gibi; sonu gelmesin, tükenmesin isteniyor ama faydası da yok, aksine, hem yazana, hem de yazının kendisine zarar veriyor. İkincisi de bu: yazı, yazıldıkça zedeleniyor, ucuz bir tükenmez kalem misâli, her ân bitecekmiş hissi veriyor, silikleşiyor, uçta birikiyor ve sayfayı kirletiyor, eli de kirletiyor, yine her iki bakımdan, hem mürekkep yapışıyor ele, hem de sürekli yazan bir el artık temiz kalamıyor, yalancılığa meylediyor, hiçbir konu bulamayınca kendisini yazmak gibi sapa bir yola sapıyor, çıkmaza düşüyor; gerçi bâzen yazının tekrar canlandığı, kalemin son bir gayretle, taşırmadan, düzgün, işlek yazdığı ve söylenenlerin bir anlam ifâde ettiği de oluyor ama bu muvakkat bir yanılsama; çünkü söylenmemiş hiçbir söz yok, kurulabilecek yeni hiçbir cümle de yok, herkes öncekilerin hayâtını yaşıyor ve tecrübeler birikip insanlık daha çok şey bildikçe, yaşam günden güne soysuzlaşıyor. Böylece, hiçbir satırın hiçbir anlamı da kalmıyor ama devâm etme zorunluluğu, insanı bu kez de verili anlamsızlığa itiyor. Başa dönmeyeceğim, şununla yetineceğim: Yazmak, nâfile bir çaba.
Tatsız da. Kemal Sunal filmlerini seviyoruz, aynı filmleri Sinan Bengier’den izlemek hoşumuza gitmiyor. Kemal Sunal’ın halkı, halkın kendisi olarak eleştirmesi epeyi güzel ve faydalı, keyif verici, onda kendi mahallemizi, köyümüzü buluyoruz. Sinan Bengier’in yoz sosyalist propagandası ise buralı değil, yanlışlarını da sevdiğimiz çocukluğumuza çok dışarlıklı bakıyor. Onun taşrası bize yabancı. İşte her gün yazmaya çalışmak, tam da bütün telâşlar yerini dinginliğe bıraktı sanırken, aynı hızla başı dönmüş bulmak yorgun bedenimizi, Sinan Bengier filmi izlemeye benziyor, Kemal Sunal’ı aklımızdan çıkaramadan. Gerçek değil, taklît kokuyor ve göze batıyor. Vakit biraz buruk geçiyor yazdıkça. Ayağı takılıyor bir yerlere.
Bu faydasız çabanın bugününden insanlığın şimdisine merhaba! Hiçbir şeyin değişmiyorluğu çok can sıkıcı.
9. Kayıt
Perdeleri açmayalı üç günden fazla oldu. Dışarıda neler döndüğünü merâk etmiyorum artık. Kimin ne yaptığını da… Gördük ki insan, yalnız kendisiyle ilgileniyor. Gerisi hep halk bilgeliği; yâni, alışverişte görsünler dostlar, ölmediğimizi bilsinler.
Her gün, istisnâsız her gün ilâç bulunuyor hastalığa, aşı için inanılmaz büyük adımlar atılıyor, öyle ki aya ayak basmak anlamsızlaşıyor bu adımların karşısında, sanki yarın Mars’ta ilk koloniyi kuracağız da onun için hazırlanıyoruz, bohça toparlıyoruz, eve de bu yüzden tıkıldık. Doydum yâhu, kusacağım.
Kendi hayâtımda iki insanım ben. Şöyle söylemek gerçeği daha yakından hissettirebilir: içimde birbiriyle döğüşen iki zihniyet var. Birincisi biraz mistik çünkü Türkiye’de herkes biraz da mistiktir, cin görmüş tanıdığı olmayan yoktur ve sonunda, hepimizin üstünde başka bir gücün, bize ve olaylara daha yukarıdan, daha şâmil bakan varlık ve kudretlerin olduğunu zannederiz. Binlerce yılın alışkanlığı, değişmez küçücük insan ömründe, devlet başkanlarına, siyâsî figürlere ve kerâmeti kendinden menkûl ünlülere bile kayıtsız şartsız güvenmemizin sebebi biraz da bu: tarihsel çıkmazımız, göğün yedinci katı, sorumsuzluğa kaçış. İkincisi daha akılcı bir ben. Okullarda öğrendiğimize dayanıyor genellikle. Ya da biraz da ATATÜRK sevgimize. “Hayâtta en hakikî mürşit ilimdir,” demiştir çünkü o, biz de inanmıştık, hem de az önce sıraladığım sebepler yüzünden, yükü başkalarının sırtına katarlamayı sevdiğimiz için. Çelişki elbette hepimizin, kişiden kişiye değişen tek şey nispet, bir tarafın ağırlığı, yaşamayan sanmam ki var olsun.
Eskiden anlamların değişkenliğinden yakınırdım. Bugün hiçbir şey ifâde etmeyişlerine hayıflanıyorum. Boşluk yâhut etrâfını soğuran bir kara delik bile değil şimdi anlamlar. Ayakları yere basmıyor da değil, hayır, zemîn de kaybolmadı, belki de hiçbir zamân bir zemîn yoktu, bizim çâresizliğimizin tecessümüydü o belki de, bilemeyiz.
Evren karşısında zavallılarız. Tanrılar çekip gitmişti. Şimdi bilimin de pek öyle büyük bir yekûn, bastığı yeri titreten bir canavar olmadığını görüyoruz. Devâsâ teknolojimiz rüzgâra kapılmış bir poşetmiş, içinin tekrar dolabilmesi rüzgârın insâfına kalmış. Evet, kurtulacağız ama rüzgâr izin verince… Ve başlangıç noktamızdan da epeyi uzağa savrulmuş bulacağız kendimizi. Sonra yeniden başlayacağız, yeniden ölecek ve yeniden başlayacağız ve yeniden ve yeniden yeniden yeniden… Ta ki daha büyük bir şeyler gelip bizi ya da ardıl insanları topyekûn ortadan kaldırana dek…
Anladım, dünyâ bizim için yaratılmamış, yalanmış bu ve anladım, bilim dediğimiz o ufacık bilgi kalabalığımız, o akılsız yığın, uçurum kenarındaki ağaç dalıymış yalnızca.
8. Kayıt
“Kendi kendini ölçüp, kefenleyecek kadar tek başına”
Mehmet Parlar
Dünden bugüne değişen hiçbir şey yok. Kapı önü hâlâ dolu, kuşlar yine susmuyor, saçlar ortalıkta görünmüyor.
7. Kayıt
Gece garip bir şey oldu.
Birkaç gündür hiçbir şey yapmadığımı fark ettim. Ne bir satır okumuş, ne bir satır yazmışım. Televizyon izlememişim, internete girip hepinizin yaptığını yapmamışım yâni haber okumamışım. Hiçbir şey… ama hiçbir şey beni, bağlanıp kaldığım yatağımdan bir ân olsun ayıramamış. Geçmişimin ve ufak ömrümün son üç günü yok. Arasam bulamam.
Ama dün gece, saat üç gibi, alışık olmadığım bir sesle uyandım. Zamânını şaşmış, yolundan sapmış, kayıp zavallı bir kuşcağız, saydım, her elli sâniyede bir –ama kime ama sana bana bize hepimize bir ağıt niyetine- birkaç ay öncesinin melodileriyle ötüp durdu. Kuşlar da var dünyâda ama neden bu saat, neden bekledi herkesin uyumasını?
Birkaç ay önce nasıldı hayât, sokaklara gönlünce çıkabilmek, yalnızca geçici dertler edinmek, dert bulamayınca uydurmak nasıldı, ölümün hep olduğu ama bunca bağırarak ortalıkta dolanmadığı dünyâ nasıldı? Renkleri unutmuşum ben, kokuları, tanış olunmamış insanların gülümser baş selâmlarını, sevmediklerime duyduğum kini bile maalesef, çocukluk edip küstüğüm iyi insanlara karşı duyduklarımı, her şeyi ama her şeyi, unutmanın kendisini bile. Öyle ya, unutmak ancak hatırlamanın da olduğu bir düzlemde mümkün. Benim içinse hatırlamak sâdece bir kelime artık fakat hangi sözlükteydi, hangi sayfada, dilde, “h” harfi hangi diğerlerinden önce ve sonra geliyor; bilmiyorum.
Bugün başkent kopkoyu. Yağmurlar içimizin karasını temizlemiyor. Yüzyıl falandır kulu olup peşinden koştuğumuz bilim, evlâdı ölmek üzere bir baba şimdi, çâresizce ağlayıp acılı yavrusunu avutmaktan başka elinden bir şey gelmiyor. Daha kötüsü, bin yıllardır el açıp dua kıldığımız tanrılar da ortalıkta görünmüyorlar; kimi dağbaşlarına, kimi kapısına kilit vurulmuş tapınaklara, göklere, kimisi hiç bilmediğimiz bahçelerine, cennet ve cehennemlerine çekildiler, melekleri, şeytanları, peygamberleriyle birlikte. Burada bırakılmışlığımızın kimse farkında değil, bilmediklerinden çektiler fişi, kapıyı kapadılar, onların da suçu değil bu, başka insanlar buldular sanıyorum, başka kullar, kâfirler; vazgeçtiler bizden. Hakları da var.
Canım çok yanıyor, içim çok acıyor. Dünyânın bütün insanları şu belâdan bir ân önce kurtulsun istiyorum. Gerçi biliyorum, hiçbir şey değişmeyecek ya… Yine en varlıklı biz olalım isteyeceğiz, yine dilencilere küfredeceğiz her gün âmirlerimizden, patronlarımızdan merhamet dilendiğimizi görmezden gelip, yine ölüp öldüreceğiz ama işte, bir umut işte, belki olmaz öyle eskisi gibi, belki bir el daha kalkmaz başkasının canını yakmaya, hiçbir dal kırılmaz, hiçbir bahar kış olmaz, hiçbir ölü yalnızlıktan ter kokmaz, dünyâ da dönmez bir daha.
Daha çok, daha çok unutmak istiyorum.
Var mı literatürde adı bunun?
Hem, kapıyı çalan kim?
6. Kayıt
Türkiye’de ilk vaka açıklandığında Bursa’da, bir otel odasındaydım. Modern insanın yalnızlığı. Bir yersizlik yurtsuzluk seremonisi. Yine de ömrümde o kadar tek başıma hissettiğim pek fazla ânım da, anım da yoktur.
Her şeyin altından, ardından bir “Neden?” sorusu göz kırpmıştı bana. Neden vaktinde önlem almadık, neden söylenen hiçbir şeye inanamıyoruz ve neden içimde olayların çok daha kötüye gideceğine dâir bir his var? Sorular oldukları yerde duruyorlar.
Bizim de öz birinciliklerimiz çok elbet: meselâ şimdi, on bininci vakaya en hızlı ulaşan ülkeyiz, olmaz olsun. Yarınlarda başka birincilikler de edineceğiz, olmaz olsun, korkuyor ama biliyoruz da. Çünkü bütün üç kuruşlar bizden daha değerli, bütün döviz kurları sırtımızda tepiniyor, âile büyüklerimiz komşu çocuklarına çok iyi davranıyor ve şaşıyoruz buna, oysa evimiz odunları tükenmez bir cehennem; bu işte bir yanlışlık var!
Bu işte bir yanlışlık var. Edebiyât rafa kaldırıldı, mizah artık aczimizi örtmekten âciz, bambaşka bir deprem yerleri sallaya tıngırdata gelmekte, hissediyoruz.
Vazgeçtim, korkmuyoruz.
Bu topraklarda İttihatçılar yenilmeyecek!
5. Kayıt
Bugün içimden yataktan çıkmak gelmiyor. Her dem yeni doğmak mı cehennemimiz? Hepsi güneş yüzünden… Şu güneş bir doğmasa, ah bir aydınlanmasa ortalık… Gün denen mezerret bizim kadar kapkara geçip gitmese içimizden…
Bütün yolculuklar insanın kendi içineymiş, her kapının ardında oluşumuzu tamamlayan başka bir oda varmış, anladım. Çiçekler aynı kokmazmış, meyveler aynı tatmazmış, haklıymışsın ihtiyâr, nehirler de aynı akmazmış, anladım.
Karşısına en az iki yarık konmuş bir varlık parçasıyım şimdilerde. Hiç yoksa birinin içinden geçip gitmem gerektiği söyleniyor, yürümek zorundaymışım ama neden? Neden iki yarık da aynı yere çıkarken nereye gideceğimi benim seçmem gerekiyor? Allah aşkına anlatın biriniz, burada Geiger Sayacı ne halta yarayacak?
Her şey eskidi artık Romalılar, kaç gündür çıkmadığınız yatak, televizyon kumandasının tuşları eskidi, dudağınız değe değe çay bardağınız, kahve fincanınız eskidi, kanınız akar geçer, damarlarınız eskidi, kitaplar eskidi, defterler, kalemler, yazı, çeşit çeşit alfabe, roman karakterleri, karaktersiz romanlar ve karaktersiz insanlar eskidi; o kadar ki, eskidi artık eskimenin kendisi bile.
Ama saçlar… saçlar hep aynı tâze heyecanla bakmayı sürdürüyorlar gözüme. Korkarım yenileceğim.
4. Kayıt
Uyandım. Yine. Çivileri kim çaktı?
Elim telefonuma gidiyor. Kimse aramamış. Kimse yazmamış. Duvar kâğıdında hiçbir farklılık yok. Yatağın aynı köşesine kıvrılmışım. Çoraplarım her zamânki yerlerinde miskinleniyorlar. Duvar saati durmamış, hâlbuki durmuştu hayât; hani durmuştu?
Telefon ekranındaki bâzı sayılar değişmiş. Bana hiçbir şey anlatmıyor bu durum, hiçbir şey ifâde etmiyor. Eksikmiş, fazlaymış; farkı yok. Çok şeyin değiştiğini gördü insanlık, günler durmadan değişti, yaşlar yılda bir, yüzyıllar, bin yıllar değişti, sevilen yemekler, sevilen insanlar, yaşam biçimleri, denizlerin tuz oranı, yemeklerin tuz oranı değişti ama gâlibâ bir tek insanlar değişmedi. İnsan gâlibâ, kendi ölümlülüğünü bilen tek canlı olduğu –ya da bunu iddia ettiği için- geldiği günden gittiği âna kadar önüne çıkan her şeyi öldürmek istiyor, bunun başka îzâhı yok.
Bugün kafamı başka bir pencereden uzatacağım, balkona diğer ayağımla çıkacağım, koltuğun başka köşesine ya da bambaşka bir koltuğa oturacağım, yemeği başka tencerede pişirip başka tabakta yiyeceğim, hayâtıma yenilikler getireceğim. Tabut hava sızdırmıyor. Çiviler yüzünden.
Okumaktan sıkıldım, film seyretmekten, uzanıp dinlenmekten ve haber tâkip etmekten… Ölüm böyle bir şey miydi?
3. Kayıt
Kafamı pencereden çıkarıyorum. Tâze bir nefesi özledim. Gözlerim var görüyorum, kulaklarım var duyuyorum ama ayaklarım da var, içim de var gezdirilecek. Yürümeyi unuttum. Bisiklet sürmeye benzemiyormuş bu iş. Hatırlanıyor gerçi ama tekrar tekrar öğrenilmiyor. Daha önce hiç yürümemiş gibiyim.
Sevdiğim birisi, “Seyahat insanın içini de gezdirir,” demişti bir seferinde. Ki ben öyle pek gezmek seven birisi de değilim. Ama insanın eski tâlihsizliği, bir şeye mecbûrsan, o hapishânendir artık. Zamânın başından beri bu tutukluluk hâlinden kurtulmaya çalışıyoruz. Cennet’ten de bunun için kaçmıştık, hatırlayın.
Bir gemideyim, seziyorum. Gemi hiçbir yere gitmiyor. Hiçbir gemi hiçbir yere gitmiyor şimdilerde. Hiçbir liman hiçbir gemiyi almıyor. Denizler akmayı bıraktı, denizler akardı, hatırlar mısınız? Sokaklar, şehirler, kara parçaları, daktilo yazıları gibi akardı. İnsanı bir uçtan diğerine dünyâ denen lastik tekerlek götürürdü; doğumdan ölüme, evden işe, düğünden cenâzeye, öğle aralarından akşam yemeklerine, çocuk seslerinden kadın feryâtlarına taşır dururdu, hatırlar mısınız?
Yeniden, tek tük görünmeye başlayan saçlarla birbirimize bakıyoruz. Fırsat kolluyoruz. Her savaşın iki kaybedeni var, biliyoruz, hiç yoksa ben biliyorum. Saçlara anlatmaya çalıştığım şu: “Ölü insanlar çok kısa süre içerisinde kelleşir, yeni doğmuş bebeğe, ardından hiç doğmamış bir kemik yığınına dönüşürler. Ben yoksam siz de yoksunuz. Bu hapishâne hepimiz için kuruldu. Bakmayın yüzüme öyle, sizi toplayıp pencereden atsam da değişmeyecek hiçbir şey, dışarıda hayât sürüp gitmiyor, en azından sizin ve bizim için…”
Türkiye’nin ölü sayısı yüze yaklaştı. Çaydanlık beni çağırıyor. Gitmeliyim.
2. Kayıt
Televizyon izlerken uyuyakalmışım. Ekranda ne vardı hatırlamıyorum.
Bugün artık işe gitmem lâzım. Gittiğim yerde bir iş bulamayacak olsam da gitmeliyim. İnsanlar evlerine kapandı. Ama inadına güzel kokuyor dünyâ, inadına kuş sesleri camları titretiyor, hayvanlar sokaklarda keyif çatıyorlar, nazîre yapar gibi. Bizden intikam mı alıyorlar? Bizden intikam mı alıyor bu Allah’ın belâsı hayvanlar? Etlerine butlarına bakmadan hem de… Biz olmasak sokaklarda açlıktan geberecek kediler, insan şefkatine muhtaç köpek soyları, kafeslere koymasak yaşayamayacak kuşlar yokluğumuzu fırsat biliyorlar ha!
Tamam, sâkinim sevgili kalem, çizgili defter, harflerin içinde gezinip duran rûhlar, sâkinim. Bizden başka kimsenin suçu yok, biliyorum. Esâsında ortada bir suç da olmadığını düşünmeye başladım. Önce kibrimiz şişti, belki bu yanlıştı, bilemem. Komşu çocuklarını kıyas malzemesi yapmaya başladığımızda belli olmaya başlamıştı her şey, kendi çocuğumuz ondan daha iyi yerde okumadığı, biz komşumuzdan daha rahat bir hayâta sâhip olmadığımız için dövünen kibrimiz itti bizi bu batağa. Kim bilir kaç bin yılanın yuvasını yıktık üst üste mağazalar tıkıştırabilmek için, kaç bin karınca yersiz yurtsuz kaldı güvenlikli sitelerimiz yüzünden? Böcek ilâçlarımız bizi öldürmedi. Mi? Öldürmediğini gördük. Mü?
Doğa bizi küçülmeye zorluyor artık. Kendi içimize kapanacağız, içimizdeki güvenlikli siteye, can alıp his satacağız. Yalnızlık kötü değil, hayır, kötü değil, aklımdan çık artık netâmeli yalnızlık. Seninle yaşamak istemiyorum.
Bugün saçlar yok, gizlenmişler.
1.Kayıt
Zamânın ipliği koptu.
Ömrümde ilk kez, hangi yılda, günde, ânda yaşadığımı, tam olarak bilmiyorum. Silik de olsa ayaklarımı basacak bir zeminden, çıkacak bir balkondan, izleyecek sokaktan, yapılacak bürokratik işlerden, hâsılı, bir rüyâ hâlinden ilk kez mahrûmum. Nasıl yaşar böyle insan?
Yapayalnızım, sizin gibi. Herkes yapayalnız. Duvarlar insanlara küstü, hiçbir duvar hiçbir insanın üstüne gelmiyor. Hiçbir kötü rûhun kimseye ayıracak vakti yok. Hep hasretini çektiğimiz ıssız adalarımızda sonunda, hem de elimizde olmadan mahsûr kaldık. Etrâfta velveleci bir ölüm sessizliği dolanıyor. Ölen biz değiliz, sorun yok. Rahat bir nefes alabiliriz artık nefeslenemeyenleri aklımıza getirmeden.
Yalnız bir derdim var bugünlerde: yerlerde saçlar birikiyor, engel olamıyorum. Anladık, hepimiz yalnızız ama ne oluyor bu saçlara, ne diye birikip duruyorlar? Dünyânın bütün saçları aralıksız bir araya toplaşıyorlar. Yoğun bakım yataklarıyla birlikte süpürgeler de yetersiz kalıyor. Birileri, uzaylılar mı Yahudiler mi bilmem, hiçbir başta saç kalmasın istiyorlar. Direniyorum. Gördüğüm yerde saçların üzerlerine basıyorum. Ayaklarım muktedir, hissediyorum. Ama yapışıyorlar pervâsızca, ayak tabanlarıma yapışıyorlar. Saldırıp küvete dolduruyorum, suyu açıyorum, ızgaraya yapışıyorlar. Çöp poşetlerine dolduruyorum ama neyi nasıl yapıyorlarsa çıkmayı beceriyorlar dışarı. Gitmek istemiyorlar, birikmek derdindeler, çoğalmak, her şeyi ele geçirmek. Bir aradalar, birlik oluyorlar, saç diplerinin sonu geldi ey insanlar, tıraş makinelerinize sarılın, sizi çevrelemelerine, karartmalarına izin vermeyin. Kazıyın saçlarınızı, aralarına katılın, başka yolu yok.
Bugün ayın kaçı? Hangi aydayız bugün?
[/vc_column_text][/vc_column][/vc_row]