0,00 TRY

Sepetinizde ürün yok!

Başak Burcu Eke – Kayıtlar

29

10. Kayıt

Bugün 23 Nisan 2020. Gerçekten neşe dolmalı insan.Tam 100 yıl önce bugün Ankara’da olduğunuzu farz edin. Ankara sokaklarında dolaştığınızı düşünün. Öyle daha Kızılay Meydanı falan yok. Yollar toz toprak. Ankara Kalesi’nden çıktınız ve Arslanhane Cami’ne doğru ilerlediniz. Yokuştan aşağıya inerek mütevazi Meclis binasına doğru yürüyorsunuz. Yolda bir subaya rast geldiğinizi hayal edin. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün peşinden Ankara’ya gelmiş o subay ile başladınız sohbet etmeye. Balkan Harbi ile başlamış savaşmaya, Yemen Cephesi ve ardından Çanakkale derken yurdunun parça parça edilişine tanık olmuş. Ana yok baba yok. Ağabeyi kollarında Çanakkale’de şehit olmuş. Biricik eşini ve kızını Ayvalık’a kayınpederinin evine göndermiş. Son duyduklarından dolayı biraz endişeli. Rum çetecilerin Yunan ordusu ile bir olup Kuvâ-yi Milliye taraftarı olanların evlerini bastığı haberleri ulaşmış. O subayın sonraki yıllar boyunca cephelerden cephelere, isyanlardan isyanlara koşturup duracağından siz haberdarsınız. Ama o değil. Kaç sevdiği arkadaşını şehit verecek kim bilir? Kaç askeri ağır yaralanacak kim bilir? Tüm bunlara rağmen o subay ümit doludur. Olmayacak duaya amin denildiğini düşünenlere inat, bozkır ortasında Ahiler yurdu Ankara’da ümit dolu olanlardan biridir. Şimdi o subaya “Evde kaldığımızdan dolayı çok bunalımdayız. Zordayız.” dediğinizi var sayın. Subay muhtemelen ne zorluğu diyerek oracıkta derdest edip bırakırdı.

Bugün aklımda tek bir soru var. 23 Nisanları Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e, silah arkadaşlarına, şehit ve gazilerimize, maddi manevi desteklerini vermiş ecdada layık şekilde nasıl kutlarız? Herkesin bir cevabı vardır. Hepsine saygım sonsuz. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yükselmenin hududu olmadığı şeklinde sözlerini görmezden gelerek bunun olmayacağı kanaatindeyim. En ince ayrıntısı ve gerçekliği ile durum tespiti yapmasına rağmen imkansız görünenin başarılacağına dair ufak bir şüphenin oluşmasına neden olacak bir tek sözü ve eylemi yoktur. Çevreyi eleştirmeyi bir kenara bırakarak, kişi öncelikle kendisinden sorumlu diyerek, azimle, sebatla ve gayretle çalışmaya devam etmeliyiz. Çünkü tıpkı Atamızın dediği gibi: Çalışmadan, yorulmadan, üretmeden rahat yaşamak isteyen toplumlar; önce haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istiklal ve istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar.”

9. Kayıt

Pazar günü şahit olduklarımdan sonra fikrimi değiştirdim. Sosyal medyada denk geldiğim evde kalmaktan sıkılan erkeklerin kendilerini ev işlerine vermeleri ile ilgili mizahi videolar mizansen değilmiş. Mutfak penceresinden karşıdaki apartman görülebilecek bir mesafede. İnsan ister istemez göz gezdiriyor. En üst kattaki dairenin geniş bir terası var. Sabahtan evin erkek üyesi, muhtemelen babası, halı yıkamaya başladı. Biri bitti. İkincisi bitti. Üçüncüsü de bitti. Hızını alamayıp koltukların minderlerini de yıkadı. Öğleden sonra muhtemelen yıkayacakları bitti. Terasın köşesinde elinde sigarası ile duruşundan anladığımız sıkıntısı bitmemişti. Çocuklar ile kendisinin gayretini takdir ederken ileride başka bir apartmanın 11. katına gözümüz ilişti. Orta yaşlarında bir adam camları bir gayret siliyordu. Tam yok artık diyecektik ki şaşkınlığımız daha da arttı. Üç kat aşağısında bir başka adam balkon yıkıyordu. Haneye manidar bir bakış attım. Aldığım cevap daha da manidardı: Henüz o kadar sıkılmadık.

8. Kayıt

İstanbul, seni dinliyorum gözlerim kapalı. Duyduğum tek şey sessizlik. Hafta sonu sokağa çıkma yasağı uygulamasının ikincisi. İstanbul’un sessizliği üzerine övgüler sıralanmakta. Sayfiye yeri gibi ne güzel diyenler, sakin bir şehir haline geldi diyenler, hengamesi kalmadı diyenler. Şaşkınlığımı gizleyemiyorum. Çünkü tüm bu tespitler İstanbul’un ruhuna da karakterine de aykırı. İstanbul kurulduğu ilk günden itibaren döneminin en kalabalık nüfusa sahip yerleşimlerinden biri olmuş. En zorlu, en riskli, en çetin yaşam burada sürmüş. İstanbul’u cazip kılan özelliği sayfiye kasabasına benzer sakinliği değil ki. Konstantin bu şehri kurarken büyük bir iddia ile yola çıkmış. Misyon belli: Roma İmparatorluğu’nun gücünü çok daha iyi yansıtacak, tüm dünyanın hayran olduğu Roma kentinin ünvanını elinden alacak yeni bir şehir. Öyle de olmuş. Konstantin’in şehri iken de, 1453 Fatih Sultan Mehmet Han’ın fethi sonrası Devlet-i Aliyye başkenti iken de, Türkiye Cumhuriyet’i şehri olarak da öyle. Bundan sonra da öyle olacak. Onun ruhu bu. Onun karakteri bu. Hem zalim hem güzel, hem tehlikeli hem güvenli, hem sahtekar hem dürüst, hem cimri hem bonkör.

İstanbul için sakinlik ve sessizlik beklentisi, biraz sevmek eyleminde yaşadığımız sıkıntının tezahürü aslında. Çünkü biz genelde bir şeyi, bir yeri, bir kişiyi olumlu ve olumsuz kendisine has özelliklerini kabul ederek sevmiyoruz. “Ama keşke” ikilisi eşliğinde seviyoruz. “İstanbul çok güzel ama keşke bu kadar…” Aması da yok. Keşkesi de yok. Sevgi, kendinize göre uyarlama ya da değiştirme beklentisi ile donatılmış bir eylem değildir.

Kabul. İstanbul kesinlikle doğasına ve tarihine yakışan bir şehirleşme serüveni yaşamalı idi. Bunu görmezden gelmiyorum. Ama İstanbul’da yaşayanlar şunu kabul etmelidir ki, İstanbul’u değiştiremezsiniz. İstanbul’u olduğu gibi severseniz belki bir ihtimal onunla uzlaşmanız daha kolay olabilir. O da bir ihtimal…

spot_img

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz