- Kayıt
Bir iş ne kadar fazla tembihlenirse tam tersini yapma ihtimalim de o kadar artıyor. İlkokul zamanlarımda saftirikçe kaleme aldığım günlüğümsü defterden beri düzenli olarak yazdığım bir olanı biteni anlatım aracım olmadı hiç. ‘Günlük yazmalısın’ denildi bana çünkü. Yazar mıyım? Elbette hayır.
Hayatının büyük çoğunluğunda kısmetli sayılabilen fakat olmadık zamanlarda bahtsızlıkla cebelleşen biri olduğumdan, büyük büyük laflar ettikten sonra “asla yapmam” dediklerimi yapmak mecburiyetinde kaldığım da çok olmuştur. ‘Bu durum onlardan biri mi’ denilmesin lütfen. Elbette evet. Bakınız, günlük yazıyorum.
Biraz abarttığım düşünülebilir. Fakat bu şehre geldiğimden beri karantinadayım aslında. Çok sevdiğim, koca koca zincirlerle bağlı olduğum o kadar çok şeyi bıraktım ki Ankara’da, İstanbul’un tüm zenginliğine rağmen yoklukta hissediyorum. Alışkanlıklarını kolay kolay değiştirmeyen, kendi düzeninin müptelası, sabit ve kâfi miktarda obsesif birinin, her anı planlı Ankara’yı terk edip dakikası dakikasına uymayan İstanbul’a taşınmak gibi radikal bir kararı alması farklı bir duygu doğuramazdı zaten. Korona sebebiyle tamamen eve kapanmak, bir şeylerden eksik kalmak koymuyor bana. İstanbul’a adım attığımdan beri yoksunluk sendromuyla uğraşıyorum, iyiden iyiye alıştım evde olmaya. Ne zamandır evdeyim, kaç gündür sokağa adım atmadım bilmiyorum mesela. Bunları saymayı bırakalı epey oldu. İlk zamanlar aklımı kaçırmaktan korkup (çok çirkin bir deyim ama) bağrı yanık it gibi gezmeyi denedim fakat rahata erişim kaplumbağa olmaya karar vermemle gerçekleşti. Oh! Dünya varmış! Ait olmayı beceremediğim bir şehirde aidiyet ihtiyacımı evimden başka neyle karşılayabilirdim ki? Sıkılmıyorum bu yüzden evde kaldığım için. Canımı sıkan tek şey apartman hayatını ilk defa tecrübe ediyor olmam. Altlı üstlü yaşadığımız insanların hayatlarına rızamız dışında dâhil olmamız sinirimi bozuyor. Her şeyi duyuyoruz. Aile dramlarını, sinir krizlerini, evcil hayvanların dört duvar arasına sığamayışlarını, normal şartlarda asla izlemeyeceğimiz televizyon programlarının seslerini, insanların arasında özel kalması gereken dakikaları… Felaket senaryoları üretmeye meyilli zihnim, birlik ve beraberliğe çokça muhtaç olduğumuz bugünlerde en büyük korkularıma seslendirme yaparak huzursuzluk aşılamasa daha tahammüllü biri olabilirim belki. Ailemin sağlığına kafayı takmasam, koah hastası annemi, yetmiş beş yaşındaki babamı düşünüp durmasam mesela, yan komşunun kapısına dayanma arzusunu yaratan gerginliğim olmayabilir. İhtimal.
Başkalarının sık sık başına gelir mi bilmiyorum. Sabah uyandığında üç saniyelik bir his gelir bazen insana. Başka bir yerdeymişsin, evvelde yaşadığın bir anıda tekrar belirmişsin gibi. Ayılmaya yakınken bir yandan gerçekliği sorgulayıp bir yandan da üzerine çöken hayal kırıklığını dağıtabilmek için yüzünü tokatlar durursun. İşte bu halden sonra gelen hüngür hüngür ağlama isteğinin başındayım tam şu an. Sene doksan sekiz, elimde beslenme çantasıyla okula gidip afacanlık yapacağım güne uyandıktan sonra bir anda otuz yaşımda günlük yazarken buldum kendimi. Sekize sıkışıp kalsaydım iyiydi. Bu havalar beni haddinden fazla mahvetti.