0,00 TRY

Sepetinizde ürün yok!

Karo Ekiz – Kayıtlar

6. Kayıt

Karantinada en çok kendime sardım. Mesela dün gece, uzun uzun tavana baktım. Tüm hayatımın bir muhasebesini yapayım dedim. İçimden bir ses, “Bu öyle bir gecede olacak iş değil, yat lan, salak herif,” dedi. İçimden bana doğru bir yürüyüş oldu. Baktım, bu bir öz eleştiri olmaktan çıkıp küfürleşmelere falan gidecek, mecburen uyudum.

Sabah, bankanın bildirimiyle uyandım. Baktım ikinci minik maaş yatmış. Otuz saniye sürdü bu mutluluk. Acaba paranın hiç olmadığı zamanlar daha uzun mutluluklar var mıydı? Alttaki kurmaca hikâyede bu sorunun cevabını aramıyoruz, boşuna ümitlenmeyin.

Neyse, zamanın birinde Lidyalılar diye bir halk geçti bu gezegenin üzerinden. Sürekli birbirlerinin eskisini giyen Lidyalılar yüzünden, Sard eşya borsası her günü yine aynı durağanlıkla kapatıyor, insanlar eskiyen eşyalarını ve kıyafetlerini daha yenisi ile nasıl takas edebilirimin derdinde olduğu için, sistem kafadan hiçbir şeyi olmayan Lidyalı fakirleri çemberin dışına itiyordu. Dışarıdan baktığın zaman fotoğraf güzel duruyordu. Cepte beş para yoktu, aslında kimsede para yoktu. Gayet parasız yatılı bir durum mevcuttu. Lidyalıların çoğu ikinci bir kıyafetleri olmadığından, çıplak yatıyorlardı. “Bu durumda Asya iki Çin’i tartar mı?” tartışmalarını da beraberinde getirmişti. Nüfus Kilikya kapılarına kadar dayanıyordu. Bok gibi bir artış söz konusuydu. Bilinen bir doğum kontrol yöntemi yoktu. Aslına bakılırsa doğum yöntemi de yoktu, süreç spontane gelişiyordu.

Kimse tablet okumuyordu. Çok cahil bir toplum vardı. Herkes birbirinin götüne bakıyordu. Savaşmayı bilenler genelde savaşta ölüyorlardı. Kral bu durumdan acayip rahatsızdı. Temsilciler Meclisinde “Nüfusun yarısını olmadı Frigya’yla takas edelim, karşılığında üç beş öküz alalım,” teklifinde bulundu. “Hassss*ktir be Kral Gyges,” diye bağırdı Senatör Kroisos. “Onlar bizim insanımız, nereeeeye veriyorsun?” diye kalabalıktan sesler gelmeye başladı. “N’apim lan ben o kadar insanı,” dedi kral. Ota boka sinirleniyordu.

Frigya’da öküz kesmenin cezasının ölüm olduğunu bilen Lidyalı Bilge Tyres Mavra, krala “Eğer Frigyalı birkaç öküzü kesersek Sayın Kralım, Frigyalı öküz derken Frigyalıların öküzlerinden bahsediyorum, muhtemelen onlar bize savaş açacaktır. Zaten bizde de savaşmayı sizden başka bilen yok. Büyük ihtimalle nüfusun yarıdan fazlasını öldürürler, tabii sizi de unutmazlar diye düşünüyorum Sayın Kral Gyges,” demiş bulundu. Kral, bu gayet öküz fikri hiç benimsemedi. Frigyalıları çok iyi biliyordu.

Onlar, toprakla kafayı bozmuşlardı, her yeri bağa bahçeye çeviriyorlar, gezegenin jeolojik yapısının ırzına geçiyorlardı. Tarımda aslında o kadar iyi değillerdi, soğanın keşfinden önce soğan çuvalını icat etmişlerdi ki uzunca bir süre mal mal beklemişti soğan çuvalı. Varoluşunun bir z*kime yaramama sorunsalı kendisini rahatsız ettiği gibi Frigya’da da yerleşik tabuların tartışılmasına vesile oldu. İnsanlar, varolmanın pratikte çok da bir numarasının olmadığını düşünmeye başladılar. “Hepimiz soğan çuvalıyız,” diyen kitleler türedi. İntiharlar arttı. Frigya nüfusu birden azalmaya başladı. Taa ki Persli bir halı taciri soğan çuvalını eline alana kadar… Anlamışsınızdır muhtemelen. Detayları yazmıyorum.

***

Kral Gyges Başkent Sard’da takas meydanını gezerken ağaç kütüğünün üstüne oturmuş hiç de kendilerine benzemeyen Frig ajanı bir tipi fark eder. Yanına doğru yanaşır. Masanın üzerinde yüzlerce yuvarlak CD vardır. Bazı CD’lerin paketinde çıplak insan figürleri vardır.

“Bu çıplak insanlar senin halkın mı? Bizimkiler de böyle. N’olacak bu çıplaklık böyle,” der.
“Yok oyuncu bunlar. Ondan çıplaklar.”
“Kimsin sen yabancı? Seni daha önce buralarda hiç görmedim.”
“Ben de seni daha önce görmedim bey abi?”
“Z*kerim lan bey abini? Muhafızlar alın şunu…”
“Abi pardon, tersomuz olduysa kusura bakma…”
“Kral Gyges diyeceksin, asilerden misin lan sen yoksa?”
“Korsan CD tüccarıyım Kral Gyges… Pornodan Vestern’e geniş bir yelpazede ekmeğimizi kazanıyoruz.”
“Korsan filmi ne var?”
“Hepsi korsan zaten Sayın Kral Gyges, işimiz bu?”
“Karayip Korsanları’nın serisi var mı?”
“Karayip Korsanları’nın bile korsanı var. Cast bile farklı. Aksaray’da bizim muhitin çocuklarıyla çektik.”
“Temel İçgüdü var mı?”
“Yok!”
“İhtiyarlara Yer Yok, peki?”
“Var olmaz mı, nasıl yok!”
“Versene lan yabancı.”
“Buyrun Sayın Kral oturun.” (Kalkar, oturduğu kütüğü işaret eder)
“N’apıyorsun lan yabancı, ‘İhtiyarlara Yer Yok’ yok mu?”
“Ne diyorsunuz ben anlamadım ki. Aksanınızdan sanki.”
“Elinde bir bok yok, sen neyi satıyorsun?”
“Sayın Kral, gelirken Frigya topraklarından geçtim, filmlerin çoğunu orada sattım.”
“Satmak nedir yabancı?”
“Elindeki malı satıp karşılığında para alırsın. Onun gibi Sayın Kral.”
“Para mı? Enteresan? Hiç duymadım. Biz malı başka bir malla değiştiriyoruz. İhtiyaca göre… Takas ekonomisi…”
“Ben de bu şekil bir mallık görmedim. Diyorlardı da inanmamıştım.”
“Ne dedin lan sen yabancı?”
“Sizde enflasyon olmaz en azından ne güzel yahu Sayın Kral.”
“Bizde bir bok olamıyor zaten, öyleyse ver bakalım şu paradan biraz. Bir dokunalım şuna.”
“Buyrun Kral, 100 Amerikan doları. Sizde matbaa varsa siz de para basabilirsiniz.”
“Yok ya ne matbaası, Avrupa’dan yollamışlar. 30 senedir gümrükte bekletiyorum. Aptal aptal işler.”
“Sayın Kral millet dijital platforma geçti aslında siz bayağı geride kalmışsınız.”
“Muhafızlar alın şu salağı.”
“Ama Kral Gyges…. Paramı verin bari”
“Bu anı kayda geçsinler, tarihte ilk kez vergi aldık. Yabancı yatırımcıların önünü açarsak memlekete döviz girişini sağlayabiliriz.”
“Sen nerden biliyorsun lan kral; yatırım, döviz bilmem ne? Hani hiçbir şey bilmiyordun?”
“Okuyoruz lan yabancı.”
“Vay aq… Cahilin okumuşu daha tehlikeliymiş lan!”

 

5. Kayıt

Corona, karasularımıza sızdığından beri berberler kapalı fakat bizim muhitteki hariç. İsmet Abi’nin, yayınlanan genelgeden haberi olmayabilir. Bilmiyorum. Hanım tarafından bir mağduriyet içinde olduğu da doğrudur. Kendi sıkıntıları var adamın. Virüs, buna musallat olmaya kalksa; virüs veremden ölür zaten. İsmet Abi’nin gündemi takip edememesi tamamen yenge hanımdan kaynaklanan bir problem gibi duruyor. Her sabah, kimlik bunalımı yaşayan gayet Fransız bir kahvaltı eşliğinde Müge Anlı ile beraber katili aramak için açılan televizyon, katili bulamamanın vermiş olduğu hayal kırıklığı ve sinir ile akşam ezanına kadar kapatılıyor. “Daha büyük ekran alamadın şu televizyonu İsmet. Ne bu, göt kadar ekran?” Hayır, 150 ekran olsa katili mi bulacaksın. Katil, ekrana mı sığmıyor ben orayı anlamadım. Bunlar ne gereksiz çıkışlar. Rahat bırakın şu adamı kardeşim. Bu arada yenge hanım, arada görgü tanığı olarak yayına bağlanma numarasıyla “Müge Hanım, bulun şu katili artık. Tuvaletim geldi,” diyecek kadar da dürüst bir insandır ayrıca. Neyse, gece de TLC’de 500 bin dolarlık eve burun kıvıran kuzeyli ailelere sövüldükten sonra televizyon tekrar kapatılıyor. Evde her daim gerilimli bir atmosfer var. Her şey istim üstünde… Bir işaret fişeğine bakıyor her şey. Yenge hanım biraz agresif. Hatta bir gün İsmet Abi, boş bulunup “Bence katil Müge Anlı da olabilir, bak bunu bir düşün,” deyince yenge çok kızıyor, buna üç kere “yok ol” çekiyor. Bu da ona üç kere boş ol çekiyor. Bunlar karşılıklı çekişiyorlar. O esnada yenge yere düşüyor. Nikah zaten düşüyor. İsmet Abi ayakta, çıkıyor gidiyor kapıdan. Umarsız pezevenk.

Neyse geliyor dükkana… Havalandırıyorum ayağına açıyor dükkânı ama muhtemelen randevu ile kaçak kesim yapıyor. Ne kestiğini Allah bilir. Camları da gazete kâğıdıyla öyle bir çevirmiş ki dükkânın içi hiç gözükmüyor. Yalnız, Bulvar ve Tan gazetelerinden başka gazete tercih etmemesi biraz değişik olmuş İsmet Abi’nin. Dükkan, tadilata giren kerhane görüntüsü veriyor. 65 üstü amcanın biri boş bulundu çıktı dışarı, Berber İsmet’in dükkânının önünden geçerken kalp krizinden ölmediyse corona falan bir bok yapamaz daha ona. Camdaki gazete haberlerini gören virüs, vatoz balığı gibi cama yapışmasın ben de bir şey bilmiyorum. Dükkanın içini gören bir boşluk yakalıyorum gazetelerin arasından. Sağ duvarda ortada “Sosyal mesafe yoktur; hayat, statik elektriklenmelerin bir bütünüdür,” şeklinde bir yazı yazıyor. Aklıma Platon’dan Kant’a bir düzine adam geliyor. Evet, kesinlikle bu Kant kafası. Aç karnına sigara ile günde yirmi bardak kantla yapılıyor bu kafa. Bir de mesleğin genetik ve kültürel kodları var etrafını çevreleyen. Hepsi birleşti mi kalkıyor tüm mesafeler.

Beni fark etti İsmet Abi. Yanıma geldi. “Abi,” dedim “geri bas. Eski günler yok artık.” Sosyal mesafe hatırlatması yaptım. “N’apıyorsun la sen burada,” dedi. “Abi, çok hoş olmuş yeni konsept,” dedim. “Ne konsepti lan, millet içeriyi görmesin diye kapattım dükkanın etrafını. Bir müddet dükkanda yatıp kalkacağım,” dedi. “Gel bir sarılayım sana Karocum,” dedi. “Eski günlerimi özlüyorum,” diye ağlamaya başlayınca baktım muhabbet başka tarafa doğru şarampole bir hal almaya başladı ben hemen dolmuşa el edip olay yerinden uzaklaştım.

Eski tekel fabrikası gibi kokan amca var en ön koltukta. Bilen bilir. 90’larda Samsun’da tütün koklamadan ortaokula giden çocuk yoktur. Ulan buna rağmen hiç başlamadım sigaraya. On metre ilerlemeden tekrar duruyor dolmuş. Ayşe Kadın fasulye toptancısı teyze çuvallarıyla beraber hem dolmuşun gündemini hem de koridoru rehin alıyor. “Teyzeye otursana, teyzeciğim ayakta dikilme, yer var, ceza yazarlar,” diye sesleniyor şoför. “Bakın, öyle yan yana oturmak yok. En az bir metre olacak mesafe.” “Yavrum ben anneniz sayılırım,” diye bağırarak cevap veriyor Ayşe Kadın Teyze. “Ben irahatım yavruuum, yoluna bak sen,” diye devam ediyor. “Nerden annemiz oluyorsun teyzecim, benim annemin çuvallarla işi olmaz, herhangi bir konuda çuvalladığı da hiç görülmemiştir,” diyorum, içimden. “Yahu anacım sen rahat olabilirsin de ben rahat değilim. Masken bile yok!” diyor şoför. Arkadan “Bir öğrenci uzatır mısınız?” diye bir el dürtüyor beni. Dönüp bakıyorum. Adamın elinin değdiği yere anında dezenfektan sıkıyorum. Pazarcı teyze, “Senin neren öğrenci be herif, evlensek çocuğumuz olmaz,” diyor. Amca, “Tamam be tamam. Şuradan ne alıyorsan al. İleride indir beni,” diyor. Yine duruyor dolmuş. Amca iniyor. Bildiğin 4 kişilik bir aile büyüklüğünde başka bir teyze geçmeye çalışıyor kapıdan. Çuvallardan geçemiyor. “Geçsene yavrum niye bekliyon?” diyor çuvallı teyze. Şişman başka teyze, “Al şu çuvalları vallaha yerim,” diyor. Neyse arka koltuğa oturuyor norm fazlası teyze. İlerliyoruz. Adam telefonla konuşuyor. “Zeytinlik’te buluşuruz,” diyor telefondakine. Tıka basa dolmuş teyze, “Aaaa bu dolmuş oradan geçmez. Kardesssssssş bu dolmuş Zeytinlik’e gitmiyor,” diye telefonla konuşan adamı sözlü taciz ediyor. Şoföre bakarak, “adam dolmuşu Zeytinlik’ten geçiyor sanıyor,” diyor kahkaha atarak. “Zeytinlik’e gitmiyoruz ablacım lütfen,” diye dönüyor abi sinirli. Yanında telefonla oynayan kıza, “Kaça aldın telefonu?” diyor şişman teyze. Annesini arıyor. “Annne, çayın altını yaksana” diye bağırıyor telefonda. Telefonda annesini yiyecek nerdeyse. “Ne coronası gıııı. Açım aç,” diye bağırıyor. Sonra kıza dönüp, “Simitçide 3 simit iki çay içtim de kesmedi,” diyor. Şoförün yanında oturan dayı “Heçespiyzide indir beni,” diyor. “20 yıldır bu güzergâhta şoförlük yapıyorum. Ben böyle boktan bir müsait yer ismi duymadım dayı,” diyor şoför. Şişman teyze, “O banka Türkiye’den gitti ya gıı,” diye bağırıyor tekrar. Ben artık dayanamıyorum. Aslında yüzümde maske, elimde mavi eldivenlerim var. Boğsam el izi falan da kalmaz ama. İneyim ben. N’olur, n’olmaz.

4. Kayıt

Her akşam televizyonun karşısına geçiyoruz; bizimki kaç ekran bilmiyorum ama aynı anda 15 tane profesör ve İsmail Saymaz sığıyor ekrana. Alırken, bu özelliğini söyleseler hayatta almazdım. Kalabalığı sevmiyorum ben. Neyse, bir şekilde bizi karşısına diziyor. Modern zamanların herkesi hizaya sokan çavuşu da bu aslında… Ama kimse, televizyon izlemiyor; çok enteresan bir durum.  Niye açık lan o zaman bu televizyon? Evde, ses olsun lazım olur. Ev, zaten üç tarafı sesle çevrili gayet kira porsiyon oda parçacıklarından oluşuyor. Onu geçtim. Ses arıyorsan, üst kattaki her gün taşınan teyze var mesela. Kadın, evi her gün paketleyip akşam ezanı vazgeçiyor taşınmaktan. Gittim, hocaya rica ettim; “Bu akşam ezanı okumasak olmaz mı?” diye. “Öyle şey mi olur kardeşim!” dedi. “Hocam, bari içinizden okuyun. Biliyorsunuz, zaten kimse gelemiyor camiye.  Benim üst kattaki teyzenin evden taşınması lazım. Tam ezan okunuyor, evin önündeki nakliye kamyonu kaybolup gidiyor. Bu duruma bir son verelim beraber canım hocam,” dedimse de sonuç alamadım. Bir şekilde bu sorunu çözmem gerekiyor. Çünkü teyze tüm eşyaları gece yarısına kadar tekrar yerli yerine koyuyor. Gece üç gibi evi süpürüp yatıyor. Sabah ezanı vakti, n’oluyorsa kadına, tekrar başlıyor evi paketlemeye. Sonradan öğrendim ki teyzemin kulakları hiç duymuyor. Kapının önündeki de kargo kamyonuymuş. Gürültünün kaynağını henüz çözemedim.

Yan daireden sürekli bizim salona dalış yapan bir grup klasik ninni uğultusu ve “İyi ki doğdun Orçun,” tezahüratlarını hiç saymıyorum. Hem, Orçun doğamaz ki kardeşim. En az 20 yaşında falan olması lazım Orçun’un. Bana bu işte bir yanlışlık var gibi geliyor. Bir de Müzeyyen Senar oturuyor sanıyordum yan dairede. Böyle elinde bir bardak rakı, dandini dandini dastana, öyle hayal etmiştim. Çocuğun ısrarla uyumamasını ona bağladım. Ben olsam ben de uyumam. Fasıl gibi bir şey yemin ederim. Benden söylemesi, alemci olur ilerde bu çocuk.

Televizyonda kalmıştım en son. Siz, bakmayınız öyle çok kanal seçeneği sunduğuna. Hepsi aynı bokun laciverti aslında… Belgesel kanallarını es geçiyorum. Dün akşam, değişiklik olsun diye televizyonu karşıma aldım. “Bak yavrum, içimiz şişti. Hiç mi yok lan güzel bir mevzu,” diye tam, televizyona gayet fuleli adımlarla yürüyorum. Telefonum çaldı. Baktım, “Ev sahibin arıyor” yazıyor. “Ev sahibin” ne lan? Adam kendini tontikleştirmek için telefonun rehberine kadar sızıp düzeni değiştirmiş resmen. Normalde “ev sahibi” yazıyordu. Öyle hatırlıyorum. “Bültende niye maç yok?” diye soruyor bana. Adamın gündemden haberi yok. Bunu Kırmızı Bülten’le arasalar, “Tutmayın kardeşim şu ışığı gözüme,” der. Olaylardan bu kadar kopuk başka birini tanımıyorum. Sonra konuyu Iban’a getirdi. “Sana,” diyor “Ibanımı yolluyorum. Her ayın on beşinde kirayı Ibanıma yatırırsın. Sonra Ibanları karıştırma ha.” “Tamam da aynı bankanın mudileriyiz, havale yapıyorum ya kardeşim her ayın on beşinde”. Yok, ille de Iban diyor. “Olmaz,” diyorum “abicim, havale oluyor benden sana.” “Maaş aldığın bankayı değiştir o zaman,” dedi. Ulan ben senin gibi emekli miyim bir çeyreğe bankaya biz sizi sonra arayacağız diyeyim? Neyse yakında evi değiştireceğim. Bitecek asıl karantina nöbetlerimiz…

3. Kayıt

Karantinanın on ikinci günü. Ev, sabahçı kahvesi gibi. Sabah ezanına kadar ışıklar açık. Çaydanlık, hiç inmiyor ocaktan. Belli bir dereceye ulaşan su damlacığı, saniyesinde zürriyetinden sıyrılıp tüm hatıratını geride bırakabiliyor. Tamamen yavşakça bir tutum bu. Bir de sürekli demliğe kendim doldur boşalt yapıyorum. Yorucu oluyor tabii, sürekli ayağa kalkıyorum. Baktım, olmuyor, hatuna, “Sen demliğin yanında bekle, gerekirse müdahale edersin. Öyle yapalım doldur boşaltı” dedim. “Peter Crouch muyum lan ben,” dedi. İlk kez sinirlendi sanırım. Haklı, kadın. Yalnız, zamanında ben bu Crouch’un oynadığı bir maça, nasıl olsa bu herif gol atamaz diye alt oynamıştım, maç 8-1 bitmişti. Gerçi Crouch gol atamamıştı. Aslanım Peter Crouch, hayatta yanıltmaz adamı.

Neyse, öğle ezanına müteakiben uyandım. Muhtemelen, benim cenaze de bir öğle namazına müteakiben kaldırılır. Şimdiden söyleyeyim, cenazemde kimse ölsün istemem. Bütün ilgi benim üzerimde olmalı. Tabutun altına da elli kişi girmenize gerek yok. Ben, kendimi taşıyabilen bir insanım. Olmadı, her düştüğümde beni yerden kaldıran dostlarım tabutumu da kaldırabilirler. Bunlar hep ihtimal dahilinde… Hakkınızı hukukunuzu da helal ediyorum diye çılgınlar gibi bağırmanıza gerek yok. Bana duyurmak için bağırıyorsanız, zaten duymuyorum. Yok, birbirinize duyuruyorsanız, Tanrı’yı hiç kandıramazsınız. Ona göre. Borcumuz da borç ayrıca. Bir sonraki gelmem de faiziyle beraber öderim. Kur, hiç önemli değil. Siz, hayal kur/maya devam edin lütfen. Kısaca, son yolculuğumda herhangi bir aksilik istemiyorum.

Yolculuktan bahsetmişken, ismi lazım değil, meşhur bir seyahat firması ile zamanın en efkarengiz bir döneminde İstanbul’dan Anadolu’da bir kasabaya gidiyorum. Yanımda Yüksek Mimar olduğunu iddia eden bir beyefendi oturuyor. Bakın hocam, şu binayı ben yaptım, orayı ben yaptım. Yol boyunca kolu, benim burnumun üzerinde, bana yaptıklarını gösteriyor. Kırk senede bir cam kenarı koltuk aldık. Mecburen ağzımızdan nefes alıyoruz. Nerede ne varsa ben yaptım diyor. Şehir merkezinde bulvarda bir yerde durdu otobüs. Karşıda 250 senelik kilise, muhteşem gotik yapı. Adam, “Bunu da ben yaptım” dedi aq. “Tamam abi sakin ol,” dedim. Birden agresifleşti: “Neyi sakin ol, lan! Biz bilmiyor muyuz neyi yaptığımızı,” dedi. “Elbette, bilmiyorsun abi,” dedim. Bu, kalktı ayağa. Kiliseye kadar her dediğine neredeyse inanmıştım. Sonra muavin geldi. Allah’tan en öndeyiz. Arkada olsan hayatta gelmez. “Bir problem mi var beyfendi,” dedi. Yüksek Mimar abi, “Şu beyfendiyi yanımdan alır mısınız,” dedi. Hayda! Muavin, “mümkinatı yok, yer hiç yok abi,” dedi. Sonra koridora seslendi, “Yer değiştirmek isteyen var mı?” diye sordu. Baktı, kimse oralı değil. Yolculuğun süresine göre başka diyarlara yolculuğa çıkabilecek yolcu profili çok. Aslında muavin az beklese, iki saate yer açılır bana. Ama acele ediyor işte. Muavin, gerildi hafiften. Daha çok yol var. Bitmez ulan bu yol bunlarla okunuyor suratından. Kaptanın kulağına eğildi bir şeyler söyledi. Kaptan, kafayı salladı. Muavin, bana bakarak; “Birader kalk oradan! Kaptan gelecek oraya,” dedi. Nasıl ya!

“Otobüsü kim sürecek peki?”
“Sen süreceksin?”
“Sen sürsene kardeşim, ne biçim muavinsin? Ben, koca otobüsü nasıl süreyim? Muavin koltuğunda giderim ben.”
“Sen muavinlik yapaman!”

***

Neyse, son yolculuğumun böyle tantanalı olacağını hiç düşünmüyorum. Bu aralar sürekli ölümden bahsediyoruz. Maalesef, saklandığımız mağaranın dışındaki hakikat, zihnimizin rotasını hep o tarafa kırıyor. Şimdilik yapacak pek bir şey yok.

“Gün eksilmesin penceremden” diyor ya Cahit Sıtkı. Ben de her mihnete kabulüm, yeter ki bu kötü günler eksilsin penceremden. Ama sanki eksilen biziz bu aralar. Her akşam daha boktan bir dünyayı kucaklıyoruz.

2. Kayıt

Bugün, karantinanın on birinci günü. İçerden miyavlama sesleri geliyor. Kedi muhtemelen büyük abdestini yaptı. Ne zaman sıçsa haber veriyor. İyi ki biz insanlar öyle değiliz. Mahmut Abi gel bak, ben ne yaptım olayı yok yani. Bizde düğüne, cenazeye insan çağrılır. Bu aralar her türlü kalabalıksal girişim zaten hem sıkıntılı hem de yasak. Ama hâlâ Galata Köprüsü’nde balık tutma eylemi yapan bir grup salak balıkçı var. Memleketin en itaatsiz ve gamsız adamları bunlar. Uzaylılar, İstiklal Caddesi’ne gemi indirse bunlara yine çinekop günler yani. Devletin evde kal çağrısına iştirak etmeyen hobi balıkçılarına ve işbirlikçi martılarına her türlü platformdan yürüyeceğime and içer gibi taze çay içiyorum şimdilik. Dün, teyzeme wattsaptan “evde kal” yazdığım için annem arıyor. İçerlenmiş kadın. Beni demiş ne doktorlar ne kimyagerler istedi, gitmedim. Tamam işte ben de onu diyorum. Ne ne bağlacının olayı bu zaten teyzecim. Hem devlette alınganlığa yer yok. Lütfen, evde kal teyzecim.

Gelelim asıl hikayeye, bu sabah, ekmek almak için markete gittim. Sonuçta, hastalıkta ve sağlıkta eve ekmek getirmek için verilen bir söz var ortada. İşte, böyle salak gibi söz verip tutmak zorunda kalıyorsun sonra. “Bu eve ekmek getirmek” ifadesindeki yıllardır anlaşılamayan mecaz mânânın günahı ne bilmiyorum? Ekmeğe mi bastın lan yanlışlıkla? Marketin manav kısmı dışarda. Bildiğin barikat kurmuşlar. Meyveler siperlerin arkasına zulalanmış. Satmayış odaklı bir pazarlama stratejisi var. Kasada aynı durum sözkonusu değil. İnsanlar dip dibe. İki yüzlükler elden ele geziyor. “İçeri ayrı dışarı ayrı nasıl oluyor?” diye sordum elemana. “Dışarıyla bizim alakamız yok abi,” dedi. Cehaletin böyle de dürüst bir tarafı var. Corona da kim ulan?

Şimdi, devletin verdiği sosyal mesafe bir metre. Bence yetersiz. Devlet, vatandaşına daha mesafeli halbuki. Misal, benim evden hükümet konağı iki kilometre. Kendimi bildim bileli insanlara mesafeli biri olduğum için bende beş metre mesafe önceden zaten mevcut. Devletin verdiği ile altı metre yapıyor ve bu benim için yeterli. Virüs için yetersiz.

Market dönüşü ikinci kattaki emekli astsubay amcaya rastladım. Buna rastlamak demek ne kadar doğru bilmiyorum. Tam onun kapısının yanındaki merdivenden virajı alıyordum ki şak kapı açıldı. Millet hızlı girer virajı alamaz, biz, yavaş gittiğimiz için alamıyoruz virajı. “Seni,” diyor “ayak seslerinden fark ediyorum hocam.” Bedri Rahmi geliyor aklıma. Ne zaman kendi ayak seslerimi duysam kendimden utanıyorum. Seçim öncesi öpücüğü niyetine dökülen hatırı irasyonel asfaltlara basmaktan oluyor hep bunlar. “Hocam, sizin kattan alkış sesi gelmiyor. Niye alkışlamıyorsunuz hocam?” “Sizi seviyoruz hocam.” “Dışarı çıkmayın hocam.” Cümlelerin sosyal mesafeden haberi yok. Biri bitmeden diğeri hâlen devam eden cümlenin dibinde bitiyor. “Bir şey lazım mı Amcacım,” diyecektim onu bile diyemiyorum. “Hocam, dışarı çıkma,” dedi tekrar Amca. Hayır, benimle ilgili bir genelge mi indi Amcacım? Sürekli benden bahsediyorsunuz. Teyze, arkadan çağırıyor Amca’yı, gülümseyerek. “Dur yahu, konuşuyoruz hocamla,” diyor Amca, çıkışıyor teyzeye. “Seviyorum hocamı.” Yahu ben de sizi seviyorum ama söyleyemiyorum. Size hiç cümle kurabildiğimi hatırlamıyorum. Bu nasıl hoca kardeşim, hiç söz alamıyor. Söz vermediğim öğrencilerin ahı tuttu, kesin. Sevgiler Amcacım. Sizden uzak olsun bütün Coronalar.

1.Kayıt

Pandeminin kaçıncı günü hiç bilmiyorum. Normalde de zaman kavramıyla, günlerle aram iyi değildir. Bir keresinde, perşembe günü Cuma’ya bizim evin yokuşundaki camiye gitmiştim. Kimse gelmesin diye yokuşa yapmışlar camiyi. Ama yine de oturmuş bir cemaati var. Tabureden kalkmıyorlar hiç. Secdeye varan tek benim. Neyse girdim içeri. Ayakkabıları çıkarıp cebimden çıkardığım gazete kağıdına sardım ayrı ayrı. Baktım hocayla beraber dört tane dayı var. Memurlar yok. Enteresan. “Lan, memursuz Cuma mı olur?” dedim içimden. Olmaz tabii. 4 ilk sünnet, iki farzdan sonra mevziyi terk eden kaç adam var yahu? Bu durumun da yarattığı acayip bir özgüven  de var aslında memurlarda. Kendimden biliyorum.

Memurluğumun ilk yıllarında, bir kızla tanıştırdılar beni. Güzel bir kahveci var Beyoğlu’nda. Orada oturuyoruz. Elemana seslendim, “Bana iki orta kahve,” dedim. Eleman, “Abla sen bir şey istiyor musun?” dedi. O da bir orta kahve istedi. Henüz kızın adını bilmiyorum. Birden, “Babam seninle tanışmak istiyor,” dedi. Bana bir fenalık geldi. Kalktım ayağa; “Ben, dedim ayrılmak istiyorum.” “Yok öyle bir şey,” diye çıkıştı bana. “Lan!” dedim “Ben kaç Cuma’yı terk etmişim, sen kimsin?”  Sonra kız, masadan çantasını aldı, kalktı ayağa. “Ayy, sen memur muydun ya… Babam zaten bu ilişkiyi onaylamaz ki,” dedi. Hay babanın canına bin rahmet be!

Neyse, bu satırları yazdığıma göre hâlâ hayattayım. Virüs hepimizin hayatını tehdit ediyor. Fakat virüsü tehdit eden vatandaşlarımız da var. Mesela adam twitterda, “Senin bütün sülalenin aq corona” yazmış. Rastgele bir küfür değil bu. Burada, virüsün tüm sülalesini bilecek kadar bir biyoloji ilminin mevcut olduğunu görüyoruz. Bu tarz kabalaşmaya sempati duyabilirim. Kaç gündür evde olduğumuz için sıkıldık tabiî. Oynamadığımız oyun kalmadı. En son paralı kumara döndük hatunla. Cebimde son elli liram var. Onunla da birkaç maske almayı düşünüyorum. Maske demişken, bizim kız, Kral Şakir’deki Kadriye’nin maskesini takıp markete gidiyor. Biz de alışkın değiliz maske takmaya. Geçen maske suratımda elimde en pudrasız eldivenlerden, markette kasada sıra bekliyorum. Yanımdaki teyzeye, “Hemostatik pensi ver,” dedim.

Nefes almak için sadece balkona çıkmak, markete gitmek de bünyeye yeterli gelmiyor. Bir yandan, ev sahibi her gün arıyor. “Hocam, arada dışarı çıkın. Eskitmeyin evi falan.” Yarım saat önce yine aradı. “Hadi iyisiniz lan, Almanya’dan oğlum gelemiyor,” deyip kapattı. Hanım kendimizi karantinaya çektiğimizden beri her sabah patatesle alakalı bir şeyler hazırlıyor. Marslı filmindeki adam gibi… Bu sabah değişiklik olsun dedik. Çiğ yedik patatesi. Hem patates için de değişiklik oldu. Bu arada virüs bize önemli bir hakikati de hatırlatmış oldu: “Sürekli kolonya döküyoruz ya elimize. Neden? Bu dünyada hepimiz misafiriz de ondan.”

Not: Tırnak içindeki ifade İlker Ekiz’e aittir.

 

 

spot_img

12 YORUMLAR

  1. Kitap okumayı hayatta sevemedim lakin bu yazar arkadaş Manas Destanı kalınlığında bu tarzda kitap çıkarsın tek celsede bitiririm o kitabı. Buradan da tüm edebiyat alemine sözüm olsun

  2. Yazar arkadaşı tanıyana kadar hep ikilemdeydim Bilmem ağlasam mı aglamasam mi sorusunun peşinde cvp arardım lakin cevabı bu yazar arkadaş vermiş Hayat her duyguyu yaşatıyor lakin ayakta kalmak için her duygunun içindeki mizahi bulup gulmelisin diyor Eline dusunce dünyana mizah anlayışına kalemine sağlık üstad

  3. Bu arkadaşın ilk merhabasında anlamıştım bir şeyler vardı. Fakat açılamazsın öyle ulu orta ne münasebet. Bir gün yine böyle efkarın tavan yaptığı bir noktada öylesine sosyalleşmeye çalışırken sosyal medyanın dibine vurduğun bir akşam, kaleme alınmış bir yazı beni kahkahalara boğarak güzelim ortamımın başka bir güzelliğin içine aktarı verdi. Soluksuz okuyup bitince yazarı merak edip bakınca, hemen telefona sarılıp aradım eee dayanamadım ne yapayım. Sevgili hocam kalemine yüreğine sağlık

  4. Yazınızı okurken lise yıllarımda okuduğum Aziz Nesin kitaplarını hatırladım. Bu tarzı devam ettiren yazarların olması güzel. İnsanları güldürebilmek güzel.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz