0,00 TRY

Sepetinizde ürün yok!

“Dâvânızı Bilmek İsterim, Mânânızı Bilmek İçin…”

Gecenin kör vakti yine… Kalem ve kâğıtla meşk hâlinde olanlar için günün en verimli, en parlak saatleri aslına bakarsanız. Âlem nispeten sükûta ermişken, gündüzlerin telâşında geçiştiriverdiklerimizi kalbin odalarından geçirip de bir bir süzüvermek için en münâsip zaman… Gecenin kör vaktiymiş, kim demiş? Günün kör gözlerinin açıldığı saatler bunlar… Muhasebe yapma imkânı bulabildiğimiz, kendi kendimizle konuştuğumuz deli hâlleri hür bırakabildiğimiz, sevdiklerimizi şöyle rahat rahat düşünebildiğimiz, âleme bakıp da zaman zaman öfkelendiğimiz, hüzünleri tâ ciğerimizde hissedebildiğimiz ve dalıp gitmelerin sebebini kimseye izah etmek durumunda kalmadığımız vakitler… Oysa gündüzler öyle mi? Gündüzler, hüzünlerimizi bile gelip bölmekteler.

Bu çağ hüzünlerden fersah fersah kaçanların olduğu, onları yüreğe yük sayanların dolduğu bir çağ değil mi nasılsa? “Tefekkür edenin hüznü nasıl olmaz?” dediğinizde, ”Aman boşver yâhû, hayat güzel yine de!” türünden sanki intihara meyletmişsiniz gibi can kurtarıcı (!) tavsiyeler veren mutluluk budalalarının çok olduğu bir çağ değil mi? Bu bile hüzünlenmeye kâfî değil mi? Hâlbuki hüzün yüreğin pasını siler, tefekkür ise aklın… “Hiç akletmez misiniz?” diye defalarca soran Yaradan, akletmediğimiz anların hesabını sormayacak mı sanırsın? Hem düşündükçe tanımaz mı beşer kendini? Düşünmek değil mi varlığının kat’i delili? Lâkin öyle kuru kuru düşünmek yetmez, yolların tefekkürden geçmeli.

Şu düşünce bahsi ne zaman geçse, İhsan Fazlıoğlu Hoca’nın sık zikrettiği ifâdeler gelir aklıma. Okuyanlar, takip edenler bilir: “Lafız ile düşünmek” ve ”mefhum ile düşünmek” aynı şeyler değildir. Yozlaşma dediğimiz şey, birçok kavramı bu ikisi arasında örselemektir. Fikir dünyamıza kattığımız kavramları ucundan kıyısından tutup, lafzen çokça anıp, muhteva noktasında yetimleştirmektir. Mefhumların içini boşalttıkça, sâdece fikir dünyamızın değil, gönlümüzün de kısırlaştığını görmektir.

Meselâ şu “yiğitlik” dediğimiz şey nedir? (Göktürk Ömer Çakır, Kutadgu Bilig’te yiğit kelimesinin “kişi” mânâsında da kullanıldığını söylemişti geçenlerde. Tabiî burada kastım bu değil, ama bir dipnot olarak bu bilgi de dursun zihnimizin bir köşesinde.) Kelimenin TDK’da geçen mânâsıyla ilgilenmiyorum, mefhum ile düşünerek soruyorum: Nedir bu dilimize pelesenk edip birçoklarına cömertçe saçıverdiğimiz yiğitlik? Taşıması kolay mıdır, icapları az mıdır sanıldığı kadar? Hamaset kâfî midir yiğit diye anılmaya? Yiğitsen, doğruların uğruna ne kadar dayanırsın hırpalanmaya? Yoksa hazır mısın mevkiye, makama göz kırpmaya? Sen de “Devir bunu gerektiriyor azizim, ne edelim!” diye konuşanlardan mısın arka sokaklarda ya da nefsinin kuytularında? Hakikatten geçen bir dâvân, bir ülkün var mı şu hayatta?

[vc_cta h2=”Yazının devamı Ayarsız dergisinde” style=”3d” add_button=”right” btn_title=”Abonelik Formu” btn_style=”3d” btn_shape=”square” btn_color=”danger” btn_link=”url:http%3A%2F%2Fayarsiz.net%2Fabonelik-formu%2F|||”]Ayarsız dergisini kitapçılardan edinebilir veya Abonelik formunu doldurarak adresinize getirtebilirsiniz.[/vc_cta]

spot_img

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz