6.Kayıt
Bugün 11 Nisan 2020, Cumartesi.
Düğünümüz vardı, bugün evlenecektik.
Nasip olmadı…
Olsun…
Bekliyorum.
Yıllar, asırlar geçse… Devir değişse, devran dönse… Çağ çağın üzerine binse… Yol, bin fersahtan bir adıma düşse; hasretlik yine de hasretliktir. Kör acunun susmayan türküsü, beklemenin türküsü; sönmeyen rüyası, vuslat rüyasıdır.
Orduların hazır kıta beklediği gibi bekliyorum.
5. Kayıt
Ya ben aklî melekelerimi yitiriyorum ya da mahallede hemşerilerim de yaşıyor. Pencereyi odamı havalandırmak için açtığımda Bolvadin ağzıyla konuşan ablaların, teyzelerin sesini işitiyorum: “Annecımda durma, accık öte dur!” diyor birisi ve diğeri “Hey vah! Oğlan tığsırıp duru. Mikrop gaptı elleam…”
Nesnelerin illüzyon oyununa aşinayız; fakat birsam-ı saadet halinden tırsmıyor değilim. Uzun müddet yalnız başına yaşamak (daha doğrusu zorunda kalmak) artık tahayyül burçlarında mahfuz yeni kaleler mi inşa ediyor, yoksa tabiatta algıladığımız sesler, görüngüler vb. olgulara başka bir mana yükleyip onların peşinden mi koşuyoruz bilemiyorum. Her uykuya dalışımda, gözlerimi açtığım zaman pandemi kabusunun sona erdiğini ve hayatın normale döndüğünü hayal ediyor; uyandığımda ise alelade birer ânlar yığınına dönüşen, diğerlerinden farksız bir güne başlamanın sükût-u hayali ile makbul bir isyana sevk ediliyorum. Mahalledeki ablalar gerçek belki ama zihnimdeki gerçek şey o kadar tahrip altında ki dimağımda örülen ızdırap ağlarından dolayı hakiki olana ulaşamıyorum.
Saçlarım uzuyor. Saçlarıma aklar düşüyor hızla! Yahu benim sakallarım bile yok, köse adamın saçına ak mı düşermiş? Bak bu gerçek işte; çünkü işe gittiğimde mutlaka birileri başımın yanlarındaki beyazları fark edip acıyarak soruyorlar. Ne yapmalıyım? Hazreti Ömer kıssalarındaki gibi bir hikmet mi aramalıyım? Önemsememeli miyim? Fani olduğumu zaten biliyorum, hatırlamama gerek yok. Öyleyse saçlarımı aklarıyla sevmeliyim. Her şey zıddıyla kaimse unutmamalıyım. O halde size hazin olandan bahsedeyim: Ben unutmamam gerektiğini unutuyorum. Unutmam gerektiğini de unutmuyorum.
Çünkü mutluluk hatırlanır, azap unutulmaz.
4. Kayıt
Bugün Pazar. Ankara’yı güneşe çıkardılar. Minik bir lahza ışık banyosundan sonra yine o bilindik boz bulutlar hüküm sürüyor. Sabah uyandığımda şebeke arızası nedeniyle suların kesik olduğunu bildiren ASKİ mesajını gördüm telefonumda. Öylesine hayıflandım ki bütün gaileler art arda mı gelir diye söylenip durdum. Mezkûr bilgiye rağmen -bir umut- mutfaktaki musluğa yanaştım. Gelmeyeceği bilinen bir sevgiliyi yine de bekleyen saf âşık edasıyla kulpu kaldırdım. Boru hattında hazır bekleyen birkaç damla aktıktan sonra musluk sanki yıllardır çağlamayan kurumuş bir pınar oluverdi. Karantina günlerinde en çok da temizlik, hijyen, dezenfekte işlemleri ehemmiyet arz ederken iş mi şimdi bu?
Ev, nazarımda uçsuz bucaksız sahraya dönüşmüştü. Afyonum patladıktan sonra vaha aramaya başladım ve nitekim ihtiyat günleri için doldurduğum iki adet beşlik bidonları buldum balkonda. Öfkem ağır ağır yerini sakinliğe bırakıyordu. Ellerimi, yüzümü yıkadıktan sonra çayı koyarak kahvaltı hazırlığına başladım. Allah’tan damacanada çay demleyecek ve ölümden kurtaracak kadar içme suyu vardı. Sahi, bu nasıl bir hissiyat ve tefekkür ki Ragıp Abi’nin deyimiyle “birer sığınak” olan evlerimizde de en ufak bir aksilik yaşamaya görelim, hemen en kötüsüne gidiyor aklımız. Hassasiyetlerimiz serencamla yeni boyutlar kazanıyor. Ya evden hiç ama hiç çıkamayacak olursak? Sular hep kesik, elektrik hep arızalı olursa? Bu sarmal düşünceler insanı bunalım uçurumuna sürüklüyor. Eski insan, doğaya hükmediyordu. Şimdiyse doğa bize hükmediyor ve zaman zaman – hatta her zaman- ona asilik, vefasızlık, gaddarlık yapıyoruz. Kendi hükümranlığımız için doğaya bile başkaldıracak kadar ahmağız. Tanrı’nın bu süreçte biz aciz kullarına basit ama hakikatli bir mesaj verdiğini düşünüyorum: Dünya, bir oyun alanı. İşte bu kadarız. Yetinmek ve geleceği düşünmek zorundayız. Ne kadar çabalarsak çabalayalım bazı eksiklikler ve aksaklıklar olacak. Önemli olansa insanca bir şuur ve dayanışma.
Daha da sakinim şimdi. Onulmaz telaşın, metabolizmayı sarsan sinirin yerini katıksız bir sessizlik ve yalnızlık hissi alıyor. Sabah mesajı görünce nedense Fuzûlî’nin “Su Kasidesi” şiirini bir lahza hatırlayıp unutmuştum. Şimdi tekrar hatırlıyorum, özellikle şu dizesini:
İste peykânın gönül hecrinde şevkum sâkin it
Susuzam bir kez bu sahrâda menüm-çün ara su
(Ok temrenine benzeyen kirpiklerini iste gönül ve hicrandan doğan hararetimi yatıştır, söndür.
Susuzum bu defa da benim için su ara.)
3. Kayıt
“Sıkılıyorum Sabri, daralıyorum…” – Ekrem Abi
Bugün işe gitmedim, izin günüm. Rutin faaliyetlere sıkıntıdan patlayacak radde gelene kadar devam ediyoruz. Sonra yine bir başa sarma vaziyeti… Tekrar tekrar aynı eylemleri sergilemek insanda yalnız fiziki değil ruhen de yorgunluk yaratıyor. Tıpkı dikiş tutmayan ince kesikli yaralar gibi tahribatlar var ruhumuzda. Farklı bir deneyimin peşine düşmek istiyoruz. Heyecan kalmadı belki ama yine o bilindik tecessüs hissiyle dünyayı izliyoruz. Sonra yine bir çaresizlik duvarına toslama vaziyeti…
Hayatımda hiç günlük tutmadım. Sanırım ilk kez ahaliye iştirak edip, belli bir zaman sonra dönüp baktığımızda “Neler olmuş öyle yahu?” diyebilmek için günlük yazıyoruz. Her gün olmasa dahi birkaç günde bir hafızamızdaki o derin boşlukta yüzen taze anıları kelimelere döküyoruz. Bugün çarşamba, alelade bir çarşamba… Herhangi bir güne dair her şeyin ya da hiçbir şeyin anlatılabileceği muhakkak.. Şimdilik yemek, temizlik vb. konularda çok iyi olduğumu bilin kâfi. Çünkü bu hususta tevazu gösteremem. Güzel güzel yemekler pişirmekten, sofra hazırlamaktan, deli gibi temizlik yapmaktan, ütü yapmaktan, ev içerisinde düzen ve tertibatı sağlamaktan hiç gocunmam. Şeymacığımın ne kadar şanslı olduğunu siz de bilin.
2. Kayıt
“Ben varsam, ölüm yok; ölüm varsa, ben yokum” Epikuros
Ludovico Einaudi eşliğinde yağmurlu bir Ankara sabahından sesleniyorum. Bugün cumartesi. Hasretin bilmem kaçıncı ertesi… Evde kaldık. Evet evet! Bildiğiniz evde kaldık; çünkü düğünümüz mücbir sebeplerden dolayı tehir edildi. Kovid 19 denen Çin kaynaklı illet yüzünden biz de mağdurlar arasında yerimizi almış bulunuyoruz. Saadetimiz başka baharlara kaldı. Daha beterinin yaşanmamasını düşünerek teselli arıyoruz. Çaresizliğin açtığı kuyuyu şükürle doldurmaya gayret ediyoruz. Sahiden bu hayatta “en” diye bir mefhum olmadığını biliyoruz. Hep “dahası” var… En iyisi yok, daha iyisi var. En kötüsü yok, daha kötüsü var. En acısı yok, daha acısı var. En güzeli yok, daha güzeli var.
Kendiyle kalmak zorunda olan insanın acziyeti, aynı zamanda cesaretini bileyliyor. Tarif ve tasvir edilemeyen huzursuzluk bir zaman sonra yerini anlamsız meydan okumalara bırakıyor. Camdan dışarı baktığımda ıslak kediler görüyorum. Onlara uzaktan şiirler fısıldıyorum. Onlar da bana karmaşık telkinlerde bulunuyorlar. Çayım soğuyor, sigaram küle dönüşüyor ve irkiliyorum: Aynı insanım; fakat aynı kişi değilim! Bu kıyamet bitene kadar başkalarıyla olan kavgamı erteliyor, kendimle olan mücerret dövüşüme başlıyorum. İşte buradayım ve bu kadarım.
Ye’se kapılmıyorum ama düğün bir kez daha ertelenirse gıyabi olarak Genç Osman oynayıp, kurt yapacağız. Söz.
1. Kayıt
Meşum salgın vuku bulalı haftalar oldu. Gündelik işlerimiz sıra dışı bir sıradanlığa büründü. Çünkü evlerimizden adım atamıyoruz. Aslında atıyoruz. Kimimiz işine devam etmek mecburiyetinde, kimimiz alışveriş ile ilgilenmek zorunda ve kimimiz ise gamsız ve tasasız. Çoğu kamu kurum ve kuruluşu esnek çalışma sistemine geçti. Bendeniz de işe bir gün gidiyor diğer gün gitmiyorum. Fakat duyduğumuz kadarıyla özel sektörde esnek çalışma konusunda yaygın adımlar atılmamış. Bu vesile ile gecesini gündüzüne katarak çalışmak zorunda olan herkese kolaylıklar, özellikle sağlık çalışanlarımıza ve güvenlik güçlerimize de kuvvet ve sabır diliyorum.
Bir şiirimde şöyle demiştim evvel zaman:
“Bir sabah uyandığında
kaybolacak hüzünler.”
Umarız ki vakalar azalır, ölümler son bulur ve bu illetten bir an evvel kurtuluruz. Hayatın olağan akışı içerisinde gözümüzden kaçırdığımız, belki de unuttuğumuz hasletlere dönüp bakma vakti şimdi. Çünkü kapana kısıldık ve bolca vaktimiz var. Tumturaklı şiirlere, ruhumuzu okşayan hikayelere, dimağımıza leziz tatlar bırakan filmlere sığınmak ilk aklıma gelen faaliyetler. Ayrıca düşünmek ve hayal etmek için de yeterince vakit var. İşte bunu fırsata çevirmeli! Yoksa umutsuz bir sessizlikten daha fena ne olabilir ki?