0,00 TRY

Sepetinizde ürün yok!

Emel Bilge Çınar – Kayıtlar

5. Kayıt

Bugün kendimi çok halsiz hissederek uyandım.

Zerre kadar keyfim ve enerjim yoktu. Üstelik midem ağrıdığı için de neredeyse tüm gündüz saatlerini uyuyarak geçirdim. Tekrar uyandığımda saat 18:00 olmuştu bile.

Önce halletmem gereken ufak tefek işleri hallettim, daha sonra da Mount & Blade II Bannerlord’u satın alıp 3-4 saat kadar oynadım. Oyunun değerlendirmesine sonra yapacağım. Birkaç görev Divinity: Original Sin birkaç oyun da League of Legends oynadıktan sonra, Weimar Cumhuriyeti dönemini irdelemek üzere laptop’ın başındayım. 16 gündür hiç dışarı çıkmadım; bu durum hem fiziksel hem de psikolojik olarak beni zorlamaya başladı. Ama farklı şeylere odaklanmaya çalışarak günleri geçiriyorum.

Kaldığımız yerden devam edelim.

Weimar Dönemi

1918-1933 arasını ifade eden bu dönem, Almanya tarihinin -görece- modern zamanlar içinde, daima İkinci Dünya Savaşı gölgesinde kalmış, lakin en şiddet ve yozlaşma dolu dönemlerinden biri olarak kabul edilir. Bir yandan kültürel gelişim, özellikle radyo aracılığıyla devam ederken, bir yandan Swing, Jazz ve suç kültürünün mutasyona uğradığı kulüplerin pıtrak gibi açıldığı Weimar Dönemi’nde, çılgın enflasyon fırtınasından kurtulabilen ne kadar sermaye varsa eğlence -ve yasa dışı bahis, dövüş, madde kullanımı- kültürüne yatırılmıştır desem, yanlış olmaz. Bir bakıma “Büyük Buhran” dönemine benzetebileceğimiz bu süreçte, Birinci Dünya Savaşı’nın kaybedilmesi, ekonomik ve sosyolojik felaketler, kaotik şiddet ve suç ortamı ile tarihte eşi benzeri görülmemiş hiper-enflasyon (fiyatlar ortalama 3 günde bir 2 katına çıkıyordu) ve tabii ki Versay Antlaşması’nın ağır hükümleri, Hitler’i ve Nazi Almanyası’nı doğuracak şartları olgunlaştırmıştır.

Daha önce de söylediğim gibi şiddet, Alman tarihinin her zaman bir parçasıydı ama Weimar Dönemi’nde işler gerçekten çığırından çıkmıştı diyebiliriz. Örneğin, 20’lerde, darbe yapmaya kalkışan bir grup (Bkz: Kapp Putsch), başarılı bir operasyonla parlementoyu ele geçiriyor, fakat ülke genelinde süregelen grevden ötürü, yeterli halk desteğini bulamadıkları için, “kalkışmaları” yalnızca 100 saat sürüyor. Durum böyle olunca, Almanya standartlarından bile daha karanlık bir şiddet reaksiyonu ortaya çıkıyor ve Batı Almanya’da, “devrim için” ayaklanan 80.000 kişilik işçi gücü “Ruhr Red Army”, sağ-sol çatışmalarını tetikleyerek bir “iç savaş” başlatıyor. İşçi ordusuna karşı, bu isyanı bastırmak üzere görevlendirilen Freikorps (düzensiz, paralı asker ve militanlar) ve hükümet güçleri, silah üstünlükleri nedeniyle olayları görece az kayıpla atlatırken (yüzler), Ruhr Red Army’nin devrim peşinde koşan işçileri 2000’den fazla kayıp veriyor. Weimar generali Oskar von Watter olaya el koyup, katı yasak ve düzenlemelerle olayları yatıştırana kadar (benzetmek belki yanlış olacak ama bir nevi Kenan Evren ve 80 darbesi gibi), Almanya’nın en kanlı iç çatışmalarından ve sivil kayıplarından biri yaşanmış oluyor. Sonrasında gelen toplu kıyım ve idamları zaten saymıyorum bile. (Bu dönem hakkında detaylı okuma yapmak isteyenler Mark Jones’un Foundinh Weimar: Violence and the German Revolution of 1918-1919 kitabını okuyabilir.)

Klibin bu bölümünde, tekerlekli sandalyeyle ateşler içinde, başında halkın “kesik başını” taşıyarak zorla yürütülen Germania’nın temsil ettiği durum bu… Germania’nın arkasındaki figürlerin sağ ve radikal solu temsil eden biçimlerde giydirildiğini görebilirsiniz zaten. Araya kaynayan savaş sahnesi görüntülerindeki nefes nefese kalmış Germania’nın, Birinci Dünya Savaşı’ndan çıkmış Almanya’yı, sırtından vurulmuş askerlerin de, sırtından bıçaklandığına inanan Alman halkının Nazi Almanyası ile sonuçlanan görüşlerini temsil ettiğini düşünüyorum. Ferikorps üyeleri, Naziler ve sağ görüşlü siyasetçiler, yenilgi neticesinde ülkeden kaçan Kaiser’in basiretsizliği, Versay’ı imzalayan SPD’nin ezikliği ve tüm ılımlı oluşumların pasif siyasi duruşu nedeniyle Alman halkının hem cephede hem masada sırtından vurulduğuna inanıyordu ve bu “hançerlenme” alegorisini siyasi hareketlerinin temeline yerleştirmişlerdi. Bağlayıcı sahnedeki zeplin, bariz biçimde, yine bu dönemdeki Hindenburg faciasını ve çöken Alman endüstrisini temsil ediyor.

Burada yine ara veriyorum, yarın devam edeceğim.

4. Kayıt

Karantina stresini üzerimden atmak için yüksek sesle Deutschland dinlerken, aklıma bir soru takıldı: Türk milliyetçileri Rammstein’in Deutschland şarkısı ve klibi hakkında ne düşünüyordu?

Malum, Till Lindemann Çin Virüsü sebebiyle yoğun bakımda (ve neyse ki genel sağlık durumu giderek iyiye gidiyor) ama “Almanlar yenilince biz de yenilmiş sayıldık,” cümlesiyle fıkralaştırabileceğimiz genel-kültür hücremizin, konu Alman milliyetçiliğine geldiğinde nasıl reaksiyon verdiğini gerçekten merak etmeye başladım. Öncelikle çok ciddi bir Rammstein hayranı ve Alman tarihine, popüler kültürüne ve diline epey hâkim olduğumu bilmenizi isterim. Bu nedenle tespitlerimi ve mukayesemi arpa maltına dayalı değil, gerçek bir Weissbier müdavimi gibi buğday devrimine dayalı biçimde yapacağım 🙂

İşe, çok büyük bir yanlış anlaşılmayı gidererek başlayalım. Twitter’daki yorumlardan gördüğüm kadarıyla, Rammstein grubu, her türlü aykırı sahne şovu ve LGBTİ yanlısı mesajına rağmen, yeni nesil bir ifadeyle “alfa” bulunduğu için “sağ” ideolojiye yakın bir grup olarak bellenmiş durumda. Buna sadece “alfalık” neden olmuyor tabii… Bir Alman, herhangi bir sebeple kendi tarihinden bahsediyorsa, Amerikan basını tarafından “her ihtimale karşı” otomatik olarak antisemitizm ile suçlandığı için, Rammstein da kurulduğu günden bu yana “Nazi sevdalısı” olmakla itham ediliyor. Üstelik basına pek röportaj vermedikleri için, yine Amerikan müzik medyası tarafından hep “far-right” potansiyeli yüksek, tehlikeli bir muamma olarak yansıtıldılar. Tabii bunda Rammstein’in bazı tercihlerinin de suçu yok değil. “Stripped” şarkısının klibinde, Leni Riefenstahl’ın 1936 yaz olimpiyatları için çektiği Nazi propaganda görüntülerini kullanmaları olsun, Balkenkreuz’a benzeyen logoları olsun, Deutschland’ı duyururken hiçbir açıklama yapmadan, direkt toplama kampı görüntüleriyle tanıtım yapmaları olsun, böyle algılanmalarına sebep olacak pek çok tercihleri oldu geçmişte. Ve tabii, geri zekalı Nazi özentilerinin okumaktan ve analiz etmekten aciz varlıklar oluşunun beklenen bir neticesi olarak, Rammstein’i “Neo-Nazi” sempatizanı sanmalarından mütevellit, bu algı grubun üzerine yapışıp kaldı. Yeri gelmişken artık söyleyeyim:

Rammstein neo-nazi sempatizanı bir grup değil.

Rammstein, otoriter rejimlerden ve liderlerden hazzetmiyor.

Rammstein, Alman milliyetçisi olmaktan ziyade, “Alman Nasyonal Sosyalist” baskısı altında büyümüş, Doğu Almanya kökenli ve o yıllarda kendilerini “punk” ya da “goth” olarak tanımlamayı seven ve totaliter her şeyden nefret eden insanlardan oluşan bir grup.

İlla bir sıfatla tanımlanmaları gerekiyorsa, kendilerini “Liberal” olmaya yakın bulduklarını söyleyen bir grup.

Tüm bu açıklamalara rağmen, sadece Alman oldukları için, bir araya geldikleri ilk günden bu yana “Soykırım mağdurlarının acılarını eğlence amacıyla sömüren, Alman milliyetçiliğini ve Nazileri provoke eden, far-right söylemleri tetikleyen” bir grup olma ithamından kurtulamadılar. İzin verilen güvenli sınırlar dışında, kimsenin soykırım hakkında tek kelime konuşmasına tahammülü olmayan figürlerin de bu duruma çok büyük katkısı oldu. Örneğin, Deutschland klibi hakkında Bild’e röportaj veren Alman hükümet yetkilisi -Antisemitizm sözcüsü- Felix Klein şöyle demişti: “Ölüm kamplarındaki mahkumlar gibi görünen Rammstein üyeleri, kesinlikle kırmızı çizgiyi aştı.” Halbuki Deutschland’ı izlediğimizde, çok açık bir “Nazi” eleştirisi gördük; üstelik her sekansıyla “Alman Tarih Kürsüsü” müfredatı gibi bir klipti. Neden bu klip, önemli bir kitle tarafından çok sevilirken, bazıları tarafından “yasaklanması istenecek kadar” rahatsız edici bulundu? Bunun cevabını, yazının ilerleyen bölümlerinde vereceğim.

Bu önbilgi safhasından sonra, yazının başındaki soruya dönmek istiyorum:

Türk milliyetçileri Rammstein’in Deutschland şarkısı ve klibi hakkında ne düşünüyor?

Takip ettiğim ve etkileşimde bulunduğum hemen herkeste, Deutschland’a karşı muazzam bir coşku ve beğeni ifadesiyle karşılaştım. Kişisel müzik zevkime göre, şarkı Rammstein’ın en iyi 3 şarkısından biri ve klibi de pek çok kritere göre başyapıt sayılabilir. Ama bizde bu kadar coşku uyandırmış olmasının sebebi gerçekten prodüksiyon değeri mi, yoksa “özezer” olarak tanımlayabileceğim Alman milliyetçiliğinde ve çok derin köklere dayanan Alman tarihinde, kendimize ve tarihimize yakın bulduğumuz bir şeyler mi var? Yapacağım karşılaştırmanın herhangi bir akademik yönü olmadığını, sadece Rammstein klibini merkeze alarak tarih okuması yaptığımı baştan vurgulamak isterim 🙂 Sonra “vay efendim öyle anakronizm, böyle jukstapozisyon” diye beni eleştirmeyin.

Klip, Roma askerlerinin “Germania Magna” arazisindeki yürüyüşleri ile başlıyor. “Germania Magna” terimi, Roma İmparatorluğu tarafından kuzeydeki Cermen kabilelerinin bölgesini tanımlamak için kullanılan bir isim. Dil ve yaşayış biçimi bakımından kendine has özelliklere sahip Cermenlerin, Romalılar tarafından “barbar” kabileler olarak görülmesinin ve ana yurtlarını Roma’ya karşı yürüttükleri destansı bir savaşla kazanmalarının, bizim (yani Türklerin) Anadolu’ya gelişimizle duygusal bir benzerlik taşıdığını düşünüyorum. Alman tarihi okuyan biri için, ilköğretim çağına yönelik resmi tarih içeriğinin, bizimkiyle oldukça benzer duygusal noktalara değindiğini görmek şaşırtıcı olmayacaktır. Almanlar gibi “soğukkanlılığı” ile ünlü bir toplumun mazisinde bile, büyük bir bastırılmışlık ve hatta bence hâlâ büyük bir öfke yatıyor. Bu açıdan, Alman milliyetçilerinde gördüğüm, “başkalarının eylemleri neticesinde ortaya çıkan ve ödenmesi mümkün olmayan borçların yükü altında ezilip, haksızlığa uğramışlık hissini” biraz bizim de hissettiğimiz ama şiddet eğilimli, mafyatik, eğitimsiz yığınların oluşturduğu ön yargı yüzünden ifade etme şansı bulamadığımız duygulara benzetiyorum. Ne zaman bir Alman, kendi tarihini ve milletini övecek bir konuşma yapsa, karşısına 3. Reich fantezisinin yarattığı aşağılık katliamlar ve onların “neo” uzantılarının işlediği güncel suçlar çıkar. Biz de ne zaman kendi tarihimizi, milletimizi övecek olsak, karşımıza Çinli diye Uygur döven çapulcuların adi suçları ya da Batı’nın ikiyüzlü biçimde “soykırım” diye kirletmeye çalıştığı meşru müdafaa mücadelemiz çıkarılıyor.

Alman tarihine bakarsanız, “Hitler” felaketine giden bir sürü trajedi silsilesi görürsünüz. Kimse, korkunç Nazi Almanyası’na giden yolda Alman halkının yaşadığı travmaları, toplumsal çöküşü, ezilmişliği, sefaleti ve katliamları bilmez, ama herkes ruh hastası Hitler’in yaptıklarını bilir. Kimse, Doğu Almanya’da üretim kotalarına isyan eden işçilerin Sovyet tankları tarafından ezildiğini bilmez, ama herkes Nazileri kahraman Sovyetlerin durdurduğunu bilir. Üstelik bir Alman, kendi tarihindeki trajedilerden ve katliamlardan bahsettiğinde, “bunları yaşamış olmanız, Hitler’i başa getirmiş olmanızı haklı çıkarmıyor” denerek çat diye susturulur. Tarih böyledir işte. Tıpkı milletler arası hukukun, kabilelerin üretim kaynakları konusundaki üstünkörü örf ve adetlerinden ibaret olması gibi, tarih de ne yaparsanız yapın, sadece bir olayın neticesiyle yargılandığınız bir mahkemeye dönüşür. Bu konuda modern insanın “kaldırabileceği” kadar sade ve adil bir çözüm, ne yazık ki yok.

Klibe geri dönelim.

Yürümeye devam eden Romalı askerler, bir “Alman kurdu”nun bekçiliğinde, bir başka Romalı piyadenin kellesini kesen siyahi bir kadın figürü ile karşılaşıyorlar. İlk başta, karanlık bir ormandaki yüksek ağaçlara asılmış Romalı askerlerin tasviri nedeniyle, bunun Alman milliyetçiliği için müthiş önemi olan “Varus Savaşı” hakkında olduğunu düşündüm, lakin klibin başındaki tarih, Varus’tan (ya da Romalı tarihçilere göre Aryan Felaketi’nin) sonraki bir dönemi işaret ediyor. Bu savaş Almanlar için çok önemli, çünkü Roma vatandaşlığına sahip olduğu için, çağının çok ötesinde bir askeri eğitim alan “Cermen” kökenli Arminius, Roma’ya ihanet edip, tüm Cermen kabilelerini bir araya getirerek imparatorluk lejyonlarını muazzam bir yenilgiye uğratıyor ve o güne kadar dağınık / çatışmalı durumda olan Cermenler, Ren nehrinin doğusunda Roma’nın bulaşmaya cesaret edemeyeceği kadar güçlü bir hâkimiyet kuruyorlar. Bu, Alman halkı tarafından “Almanya’nın Doğumu” olarak görülen, çok büyük ve önemli bir zafer. Bizim için Malazgirt Meydan Muharebesi neyse, Almanlar için de Varus Savaşı o… Bu kadar önemli bir hadise varken, tarihi 16 A.D. olarak seçmelerinin nedenini Germanicus’un 50,000 Roma askeriyle Varus’un öcünü alıp Arminius’u yenmesine rağmen Cermenlerin isyanını bastıramayışına ve Almanya’nın sıkı sıkıya yaşama tutunmasına bağlıyorum. Bu arada, klibin başındaki siyahi kadın, tahmin edebileceğiniz üzere “Germania” figürünü ve dolayısıyla başlı başına Almanya’yı temsil ediyor. Lakin, siyahi bir oyuncu tarafından canlandırılmasında bence herhangi bir gönderme falan yok. “Aryan / Nazi propagandası” suçlamalarının geleceğini tahmin ettikleri için, bir savunma kurabilmek adına, kör göze parmak bir seçim yapmışlar.

Klibin her yerinde gördüğünüz kırmızı ışını “farklı zamanları birbirine bağlayan bir zincir” olarak yorumlayanlar olmuş, ben esasen “tekrarlayan” ve “döngüsel” bir bağı ifade ettiğini düşünüyorum: Alman tarihinin her yanına sirayet etmiş “şiddet”, “öfke” ve “yalnızlık” dolu bir “roter Faden”, yani belirli bir düzen sağlamak amacıyla yinelenen bir temanın sembolü o.

Klibin ikinci ana planı, tamamen farklı bir zamanda -ama aynı duyguların hâkim olduğu bir dönemde- geçiyor. Kıyafetlere ve sete baktığımızda, 1920’ler ve 30’lar arasını, dolayısıyla da Almanların toplumsal hafızası açısından büyük bir çöküş dönemini temsil eden Weimar Cumhuriyeti’ni görüyoruz. Yazıyı fazla uzatmamak için, burada ara vereceğim. Yarın kaldığımız yerden devam etmek dileğiyle…

 

3. Kayıt

League of Legends’a başladım.

Bu oyun benim için yıllarca “işsizliğin” simgesiydi. Ancak düzenli bir işi ya da sorumluluğu olmayan ya da “müebbet öğrenci” bir adamın oynayabileceği bir oyundu… Saçma sapan küfürlerle, boşa harcanan vaktin yarattığı vicdan azabıyla, sinir harbiyle ve nano-saniyelik refleksleriyle sen düşünene kadar yapan veletlerin gazabıyla uğraşabilecek biri, ancak o kategoriden çıkabilirdi. Velhasıl tespitim doğru çıktı, çünkü çevremde bu oyuna yeni başlayan ve geçen dönem takdir-teşekkür belgesi getirmediği için ebeveynleriyle uzun uzadıya konuşan bir kişi bile yok.

Herkes bu oyuna 2011’de başlamış. Herkes defalarca sinir krizi geçirip bırakmış. Herkes TR server’ındaki “velet teröründen” bıkmış, akşamları bir el atmak için herkes bir ara, EU West’e geçmiş. MS problemi ranked karşılaşmalarda dezavantaj yaratınca, tekrar TR’ye dönüp, sadece arkadaşlarıyla girdikleri oyunlara başlamış. Herkes en az bir kez Elo-boost’tan ya da hesap paylaşımından ban yemiş. Herkes oyunun beni zerre kadar ilgilendirmeyen Lore’una ve ondan türetilen alt oyunlara, karakterlere, hikayelere hakim. Herkesin tuttuğu, takip ettiği en az bir profesyonel LOL takımı var ve hepsinde oynayan en az bir Güney Koreli e-sporcuyu tanıyorlar. Herkes en az bir kere League of Legends’a bir ömür ödünç vermiş anlayacağınız. Bir tek ben, hem de oldukça şaşıracağınız üzere, zamanında kısa bir süre bile olsa Riot Games’in istihdam dünyasında yer almış biri olarak, bu oyuna maddi-manevi sermaye yatırmamışım. 80 milyonluk Türkiye’de, kendi ilgi alanım dahilindeki kümede, bunu yapmamış tek ruh bendim… Ve Corona’nın müsebbibi olduğu şartlar neticesinde artık ben de League of Legends oynamaya “resmi olarak” başlamış bulunuyorum.

Eklemek isteyenler için “Sihirdar Adım:” BilgeBiriBu.

 

2. Kayıt

Herkes, yaşadığı travmayı benzer şekillerde mi tecrübe ediyor, bu süreci benzer şekillerde mi içselleştiriyor bilmiyorum ama, yaşadığım şeyin kolay olmadığını ve kolay hazmedilemeyeceğini biliyorum. Beni en çok zorlayan şey, gerçekliğin köklü değişimini baştan ve sürekli yeniden anımsamak zorunda olmak.
Bazen, günlük bir meşgaleye, oyuna tutulup, yaşadığımız zamanların garipliğini ve dehşet vericiliğini kısıtlı bir zaman için bile olsa unutuyorum. Ufacık bir ihtiyaç anında, örneğin yürüyüş yapmak düşüncesinin aklıma düşmesiyle, yaşadığımız mahkumiyet ve kitlesel izolasyonu anımsıyor, bildiğim dünya ayaklarımın altından çekilmiş gibi hissedip, ufak çaplı bir şok duygusu yaşıyorum. Bu şok dalgası, o an ne varsa bıraktırıyor elimden… Bir sonraki ana, bir sonraki güne, geleceğe odaklanamıyorum.
Her gün, sağlık bakanlığı tarafından yoğun bakım ünitesinde boğularak ve belki de ailesine veda bile edemen tek başına ölüp gidenlerin infografik verisinin sunulması, bu verinin grafiklerle yorumlanması ve başka ülkelerin kayıplarıyla mukayese edilmesi, bir gün o grafiklerden birinin içindeki bir veri parçası olabilme ihtimali ya da sevdiklerimi bu felakete yenik düşerek kaybedebileceğim düşüncesi, “normal” diyebildiğim ne varsa silip attı benliğimden… Bazen, sıra başkalarının kayıplarına üzülmeye bile gelemediği için, kendi kaygılarımdan ötürü adı konulmaz bir hicap duyuyorum. “Bugün de ölmedik” diye düşünmenin bile bencil bir tarafı varmış gibi geliyor. Bugünleri, bu şekilde yaşıyor olmamızın sebeplerini besleyen akılsız kaderciliğe yenik düşmek, beni içten içe harap ediyor. Keşke daha fazlasını yapabilseydim diyorum.
Detaylı biçimde Dünya Tarihi okuması yapmış ve ilk iki dünya savaşının yarattığı travmaları yalnızca kurgu eserlerde görmüş biri olarak, yaşadığımız toplumsal felaketi anlamlandırabilmek ve bir kategoriye koyabilmek kolay değil. “İspanyol Gribi” ya da “Veba Salgını” gibi kitlesel vakalar, mikroçipin icat edildiği bir dünyanın konusu olamazmış gibi gelirdi hep. Ya da biyolojik silahlar, virüsler, hep adı-sanı bilinmeyen yerel gazetelerde, komplo teorilerini derleyerek faturalarını ödeyen yazarların meşgalesi gibi gelirdi. Muğlak ifadelere, görünmez kavramlara, bilinmeyen düşmanlara, bilgisizliğe, cehalete, pozitif bilimden uzak safsata, hurafe ve masallara tahammülü sıfıra indirdi bu salgın. Artık metafizik, alegorik, siyasi hiçbir kavramın bekçiliğini yapmak istemiyorum zihnimde. Bunun tek bir istisnası var; o da umut. Her gün, kaygıyla uyanmayacağımız, başkalarının kayıplarına “benim değil, sevdiklerimin değil” diye sevinmeyeceğimiz, günlere uyanabileceğimiz günlerin umudunu taşıyorum hala. Ve tutunabildiğim tek afaki dal, şimdilik bu….

 

1.Kayıt

Yazacak mental koordinasyonu ancak bulabildim kendimde. 11 Mart’tan beri karantinadayım. Danışmanlık hizmeti verdiğim ve bol bol ziyaret ettiğim iş yerim, valilik emriyle kapatılan ilk işletmelerden oldu: Bir daha ne zaman açılacağı ya da açılıp-açılmayacağı belli değil.

Verilen zorunlu aradan ötürü, zaten pamuk ipliğine bağlı olan ticari hayatını sonlandırıp, anılarımızın bulanıklığına karışan Rexx sineması gibi olabilir akıbeti… Maddi olarak tüm kazanç kapılarımın kapanmasını bir yana koydum, herhangi bir sosyal devlet desteğinin olmayışı da beni derinden yaralıyor. Verilen tüm emeklerin, tırnaklarımızla kazıyarak bir yere getirdiğimiz işimizin zarar görmesinin bedelini karşılayabilecek bir sosyal devlet olmadığını biliyordum zaten, ama en azından birey olarak düştüğümüz çaresizliği ve sahipsizliği giderecek bir yaklaşım, bir anlayış olabilirdi. Ama her zamanki gibi, muktedir sınıfı kayıkçı kavgasına tutuşmuş, bize de babadan kalma mallarını bölüşemeyen mirasyedilerin dedikodusunu yapmak düşüyor.
spot_img

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz