Kasabaya ya pazar kurulduğunda ya da Cumaları inerdi Kalaycı Hilmi…
Herkes onun yolunu dört gözle bekler, eşeği Kıymetli’nin üzerinde onun kasabaya girdiğini gören ahali, soluğu Kambur Cemal’in kahvehanesinde alırdı.
Sohbeti tatlıydı. Söylediklerinin kâmili hayâl ürünüydü ama müdavimleri bile bile onun yalanlarını dinler, bundan da büyük keyif alırdı.
Asker kaçağıydı. Kocasını askerdeyken kaybeden anası onu askere yollamamış, dağa kaçırmıştı. Bu yüzden ömrü dağlarda, yaylalarda çobanlıkla geçmişti. Ama asker kaçağı olmak içine öyle oturmuştu ki, bütün hikâyeleri askerlik üzerineydi. Sarıkamış’tan Çanakkale’ye, Kafkas Cephesi’nden Yemen’e, Büyük Taarruz’dan Kıbrıs Barış Harekâtı’na kadar yüzlerce hayâl ürünü hikâyesi vardı.
Hepsi uydurmaydı. Ve hepsinin başkahramanı da kendisiydi. Herkes bunu bilir, ama yine de onun pembe yalanlarını zevkle dinlerdi.
İşte o günlerden biriydi…
Kasabada zuhur eder etmez, müdavimleri Kambur Cemal’in tekke misali kahvehanesini tıka basa doldurdu.
Kalaycı Hilmi, köşesine kuruldu. Evvelâ beş şekerli büyük çayını içti.
Ve artık kalıp olmuş ilk cümlesiyle destanına başladı:
-Sene 1330. Padişahımız efendimiz, “Ey Ümmet-i Muhammed! Urus kapıya dayandı. Haydi, herkes cepheye!” diye ferman edince ayaklandım. Daha on yedisinde ya varım, ya yokum. Dededen kalma mavzeri kaptım, piştovu belime soktum. Çıktım anamın karşısına.
Dedim: Ana hakkını helâl et.
Dedi: Oğul hayırdır!
Dedim: Urus kapıya dayandı, Müslüman’ı kırıyor. Padişahımız da ferman eyledi. “Delikanlılar derhâl cepheye!” dedi.
Anam, yaşmağının ucuyla gözyaşlarını sildi.
Dedi: Mâdem Padişah ferman eyledi; durma, git! Yık Urus’u yere! Yoksa sütüm sana helâl değildir.
Koynunda sakladığı muskasını çıkardı; boynuma taktı. Eğildim elini öptüm, helâllik aldım, çıktım yola.
İki günde Kop’a vardım. Aşkale, maşkale derken vardım Erzurum’a. Baktım uzaktan top atışları geliyor gümbür gümbür. Mavzerler de “Gag gaaav! Gag gaaav!” ediyor.
Dedim: Tamam! Ordugâh burasıdır.
Gittim ki redif taburu tâlimde. Başlarında kel kafalı, pala bıyıklı bir miralay var. Hiç bozuntuya vermedim. Geçtim birliğin en önüne. Önümde bir tek flama var.
Miralay beni fark eder etmez, seğirtti yanıma geldi.
Dedi: Ulan asker! Sen kenara çekil.
Dedim: Gumandanım niye?
Dedi: Sen Hilmi değil misin?
Şaşırdım. Ben gitmeden nâmın gitmiş oraya.
Dedim: Ne sandın ya?
Dedi: Sana atış tâlimi gerek değil. Sen doğru cepheye… Enver Paşa Sarıkamış’ta seni bekliyor.
Koltuklarım kabardı. Sırtladım heybemi, tüfeğimi, teçhizatımı tekrar girdim yola. Öyle topukladım ki göz açıp kapayana kadar Köprüköy’e vardım. Baktım ki her taraf kan, viran. Köylüler durmadan mezar kazıyor. Ama ordudan eser yok.
Dedim: Ordu ne yandadır?
Ahaliden biri dedi: Urus’un peşinden Sarıkamış’a gitti.
Dedim: Hangi yana gittiler?
Dedi: Bu tekerlek izlerini takip et bulursun.
Ben yola gire girmez kar lapa lapa yağmaya başladı. Tâ belime çıktı, izler kayboldu. Çarıklarım su içinde ama anam ayağıma öyle bir kıl çorabı örmüş ki soğuk işlemiyor.
Yollar ise at, katır leşleriyle; araba, top hurdalarıyla dolu. Sağda solda şehit neferler var. Öyle bir manzara var ki otur çocuk gibi ağla.
…
[vc_cta h2=”Yazının devamı Ayarsız dergisinde” style=”3d” add_button=”right” btn_title=”Abonelik Formu” btn_style=”3d” btn_shape=”square” btn_color=”danger” btn_link=”url:http%3A%2F%2Fayarsiz.net%2Fabonelik-formu%2F|||”]Ayarsız dergisini kitapçılardan edinebilir veya Abonelik formunu doldurarak adresinize getirtebilirsiniz.[/vc_cta]