“Tarih” moderniteyle birlikte “özne”yi inşa eden varoluş imkânını sağlayan kurucu bir unsurdur. Türkiye’de ise “özne”yi inşa eden ve toplumun formasyonunu ve kimliğini biçimlendiren bir belirleyici olmaktan ziyade günü birlik siyasî polemiklerin güçlendirilmesinde ve pekiştirilmesinde işlev gören belirleyici bir araçtır. Her toplumun, kültür ve siyasî formasyonun, zaman ve uzamda, tarihin bu formasyonuna uygun bir anlatımı ve yazımı vardır. Bu formasyon biçimlerinin hiçbirinde de tarih, bilinç oluşturucu bir unsur olarak, tek boyutlu bir işlev görmez. Siyasî yapının öngördüğü toplumsal ve kültürel forma uygun tarih bilinci evrensel bir form olarak her toplumun varlık koşuludur. Meselâ modern millî devlet öncesinin siyasî ve toplumsal formasyonu olan imparatorlukların çok kültürlü yapısında tek bir tarih bilinci değil imparatorluğu oluşturan toplumlar kadar çoklu tarih bilincinden söz edebiliriz. Tarih, imparatorluğun bünyesindeki bütün etno-kültürel farklılıkları etkileyen siyasî bir işlev yâni siyasî bütünleşme ve buna bağlı bir kültürel dayanışma işlevi görmekten ziyade toplumların kültürel özlerine yönelik bir öz bilincinin gelişimine katkıda bulunurdu. Modern tarih yaklaşımı ise, Nietzschevârî bir yaklaşımla belirtirsek, yaşamımızı kolaylaştırıyorsa ve bir işlevi varsa faydalıdır. Modern tarih de, modern toplumsal ve siyasî formasyona uygun olarak millî bir düzlemde tecessüm etmiştir. Modern toplumun inşasında siyasallık ne oranda bir işlev görüyorsa tarih de “millî tarih” olarak o oranda siyasî bir işleve mütealliktir. Bir noktayı da vurgulamak gerekir ki modern milletlerin inşasında tarih diğer bütün bileşenlerden öncelikli olarak “kurucu” bir unsur olarak öne çıkar.
İnsanın varlık alanını tanımlaması, tarih bilincinde öznenin kendisini inşa etmesi ile yöndeş gider. Özne, geleneksel, modern ve post-modern toplumda bir var olur, bir kaybolur. 18. yüzyıldaki Aydınlanma çağında veya aklın yükselişe geçtiği dönemde insan aklını kullanmayı başarmış ve akla güven zirve yapmıştır. Bu dönemden önce birey geleneğin ve dinin esiri olarak aklı (tam) kullanmamış ve güven duyulan bir varlık olarak görülmemiştir. Akıl Aydınlanma dönemi ile birlikte bağımsızlaştığı için insan etkin bir özne olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Özne artık kendi tarihini yapan, yazan ve hem kendini hem de dış dünyayı biçimlendiren bir varlık hâline gelmiştir. Düşünen, tarih yapan, kendi davranışını belirleyen, kendi varlık alanını kuran özne, modernite ile birlikte özgürlüğünü tekrar kaybetme tehlikesi ile baş başa kalmıştır. Modern öncesinde din ve gelenek karşısından özgürlüğünü yitiren ve edilgen bir konumda bulunan öznenin post-modern dönemde de özgürlüğü tehlikeye girmeye başlamıştır. Özne kendi özerkliğini korumaya çalışsa da kendi iradesini, özgürlüğünü, varoluşunu kısıtlayan ama bu kısıtlamayı açıkça eylemeyen bir dış nesnel koşul olarak teknolojinin daha doğrusu kitle iletişim araçlarının tesirine girmiş, söz konusu araçlar öznenin kimliğini bulanık, silik bir kimliğe hapsetmiştir. Tarih bilinci de somut gerçekten koparak siyasete müteallik bir kurgusallığa yönelmiştir. Aslında kurguda bir inşa eylemi söz konusudur. Siyaset için tarih ise var ile yokluk arasında bir gölge kurgudur. Sâdece günü birlik kullanım anında varmış gibi görünen kurgusallık post-modern zamanların sözde bilincini göstermektedir.