Aslında yazıma, insanoğlunun gittikçe çekilmez hâle gelen yaşam biçimine itirazla başlamak istiyordum. Şöyle arabeskin en koyusuyla “itirazım var” diyerek… İnsanoğlunun garip hırslarını, anlamsız ihtiraslarını bırakıp “Kendimizle o kadar çok meşgulüz ki diğer canlıların farkında bile değiliz” itirazını öne süren bir veganizmle, yazıya ayarsız bir giriş yapmak derdindeydim. Ancak biliyorum ki, “daha insanların derdine çâre bulamazken, ülkemizde o kadar aç açıkta varken” diye başlayan ve “terzi kendi söküğünü dikemezmiş” özdeyişiyle soslanmış bir hoyratlığa, aşağılanmaya mâruz kalacağım. “Bu kadar da ayarsızlık olmaz” itirazlarına muhatap olmamak adına insanoğlunun dışındaki canlıların haklarını anlatmayı başka bir yazıya bırakacağım. Dolayısıyla insanın mükemmelliğe ulaşması için hayvanların kobay olarak kullanılmasını, onlar üzerinde yapılan “barbekü deneyleri”ni, bu deneylerde insan refleksi vermediği için ölen hayvancıkları, bu aptalca bilimsel çalışmaların tutarsızlıklarını ve neye hizmet ettiklerini de bu yazıda anlatmayacağım. “Bütün ülkelerin siber özgürlükçüleri birleşin, tubelerinizden başka kaybedecek bir şeyiniz yok” diyerek sizleri “Siber uzayda macera dolu bir yolculuğa” çıkaracak kadar da işi abartmayacak, sanal fantezilerle kafanızı meşgul etmeyeceğim.
Bu yazıda hem faydalı, hem janjanlı, hem de sanatsal bir konuyu ele alacağım; yedinci sanatı, yâni büyülü “Beyaz Perde”yi, onun insanoğluna ve egemen dünyaya katkılarını küçük örneklerle anlatmaya çalışacağım. Şimdi pek çoğunuz; “Hayatımız film olmuş, canımız sıkkın bilâder, bırak film çevirmeyi” diyerek buna itiraz edebilirsiniz. İşte ben tam da burada “sizin bu ruh hâlinize sinema çok iyi gelir” diyecek ve sizi beyaz perdenin büyülü ve bir o kadar da işlevsel dünyasına dâvet edeceğim. Çünkü sinema tam da sizin gibi canı sıkılan arkadaşlar için üretilmiş bir eğlence aracı olduğundan önemlidir. İnanmazsanız sinema tarihinin ilk yıllarına gidelim. 20. yüzyıla damgasını vuran bu sanatın ortaya çıkışında tıpkı bu saike benzer bir durumun söz konusu olduğunu görüyoruz. Zaten sinemayı bulanlar da Auguste ve Louis Lumiere bilâderler değil mi? O bilâderlerin e canı sıkılmış, Hacivat-Karagöz gölge oyununun Batılısını keşfetmişler…
Nilgün Abisel “Sessiz Sinema” adlı eserinde sinemaya giden süreci anlatırken 18. yüzyılda zenginleşen, canı sıkılan burjuva sınıfının boş zamanına vurgu yapar. Söz konusu sınıf boş zamanlarını tıpkı asiller gibi sosyal faaliyetlere ayırmak ister. O dönemde soylular arasında portre yapımı oldukça yaygındır. Kentsoylular da soylulara özenerek portrelerinin yapılmasını istemeye başlar ve bu talep öyle büyük bir boyuta ulaşır ki, ressamların bu talebi karşılaması imkânsız hâle gelir. Bundan ötürü bu iş Sanayi Devrimi’nin düzenine uygun bir şekilde fotoğrafçılığa, yâni seri üretime evrilir, sonunda dönüp dolaşıp gelir sinemaya dayanır. Bu açıdan bakıldığında sinema da pek çok modern kavram ve toplumsal atılım gibi burjuva ihtirasından doğmuştur diyebiliriz.
Türk sinema tarihiyle ilgili ilk çalışmalardan biri olan “Başlangıçtan 1950’ye Kadar Türk Sinema Tarihi ve Eski İstanbul Sinemaları” adlı eserinde Mustafa Gökmen de, sâniyede gözün önünden 24 (ilk zamanlarda 16) resim geçirme esasına dayanan sinemanın icat süreci için şu aşamaları saymaktadır: İlk önce görüntünün tespiti, sonra bunun hareketli hâle getirilmesi, daha sonra da aynı anda çok kişinin seyredebileceği bir biçime kavuşturulması…
[vc_cta h2=”Yazının devamı Ayarsız dergisinde” style=”3d” add_button=”right” btn_title=”Abonelik Formu” btn_style=”3d” btn_shape=”square” btn_color=”danger” btn_link=”url:http%3A%2F%2Fayarsiz.net%2Fabonelik-formu%2F|||”]Ayarsız dergisini kitapçılardan edinebilir veya Abonelik formunu doldurarak adresinize getirtebilirsiniz.[/vc_cta]