Ben ne Raskolnikov’um ne Meursalt’um ne de Poe’nun “Kara Kedi”sindeki o cani adamım! Ben ölümü içselleştiremeyen insanlara yardımcı olacak olan bir hayırseverim. Ben Umut Özgür Alkan’ım…
***
O gece, tılsımını usul usul saçarak açılan siyah bir perde gibiydi. Perde aralandıkça düşüncelerim grift bir yumağa dönüşüyor, dimağımı rahat bırakmıyordu. Neredeyse hiç uyumamıştım. Hâlbuki loş ışıklı odamdaki yeşil somyaya akıl almaz bir yorgunlukla uzanmıştım. O gün yaşananlar sahne sahne gözlerimin önünden geçiyor, tahayyül dünyamı istilaya uğratıyorlardı. Hayatta en çok sevdiğim insanı öldürmüştüm, artık herkesi öldürebilirdim. Vicdan duvarım çoktan yıkılmış, merhamet kilidim çoktan kırılmıştı. O lafı Selim Hocam da söylemese “balta” kime nasip olurdu bilmiyorum. Vakıa, bu bir seçim meselesi değil; kader meselesi… Kader; Tanrı’nın müthiş ve kusursuz senaryosu! İşte hepimiz o senaryo içinde doğaçlamalar yapan zavallı yaratıklarız. Kara perdenin ardındaki taze anılar okyanusunda boğulduğum bir sıra, Mabeyn Bahçesi’ni terk etmeden yaptığım son hamleyi hatırladım. Baltayı çöpe attıktan sonra içime sinmemişti. Geri dönüp görkemli suç aletimi yerinden aldım. ‘Denize mi atsam,’ diye düşündüm. Kanlı baltayı yanımda taşımak zûl gelince cesedin epey uzağında bir ağaç dibine gömmek üzere toprağı eşeledim kuşların acı türkülerini dinleyerek. Baltayı gömerken garip bir hüzne kapılmıştım. Cansız bir varlıkla bu kadar kısa sürede kurduğum bağdan mütevellit; onu şimdilik saklamak yok etmekten yeğdi. Cansız varlıklara, eşyaya, tabiatın yönlendirilebilen, dönüştürülebilen nesnelerine canlıya, özellikle insana duyduğum saygıdan daha fazlasını duyuyorum. Çünkü ben, mâsum olan her şeye saygı duyuyorum. Mülkiyeti Köse Mehmet’e, zilyetliği ise bana âit olan baltayı gömmüştüm bir gün bulunacağını bile bile…
Bir ara pijamalarımı giyinip yatağıma geçtim. Bu sefer uyurum sandım ama nafile. Bir o yana bir bu yana döne döne çarşafı kırıştırmışım, üzerime örttüğüm pike ayaklarıma dolanmıştı. Fecir vaktinden az evvel tavana diktim gözlerimi. Uzun süre karanlığa baktım. İllüzyon vâsıtasıyla onu göreceğimden, siluetinin tavanda belireceğinden emindim. İçimden kendime sorular sorasım geliyor, sonra bu fikrin gayet saçma olduğuna kanaat getirip vazgeçiyordum. Ve gördüm! Tepemdeki duvar karalığını Selim Hoca’nın siluetine bırakmıştı. Güneşin ilk ışıklarıyla beraber uyumuşum…
Öğlene doğru Şule’nin ısrarlı telefon çağrıları üzerine uyandım. Uyku serserimi ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum bile. Konuşmadan aklımda kalan yegâne kelime; kahvaltı. Açlık hissiyle yataktan doğruldum. Elimi yüzümü yıkamak için lavaboya gireceğim sırada kapı çaldı. Kalbim hızlı hızlı atmaya başlamıştı. Sâkin olmam gerektiğini saniyeler içerisinde kendi kendime telkin ediyordum. Hiç oralı değilmişim gibi hızlıca lavaboya girip yüzümü yıkadım. Kurulamadan kapıya koştum.