Hantal kamyonetin yırtık brandasının altında pazara götürülen kurbanlıklar gibi balık istifi onlarca insan. Kimse rahatsız değil paketlenmesinden. Kıpırtısız donuk bakışlı bedenler birbirinin ılık nefeslerini solurken freni patlamış gibi savrularak hareket ediyor kamyonet. Savaşın esaret çukurundan çıkıp özgürlük umuduyla yola düşenler geçmişe dair ne kadar acı varsa üzerlerine yapışmış sıyırıp atmayı düşünüyor şimdi. Paramparça yaşamlarını tekrar toplamak umuduyla. Ama şimdi kavga başka.
Kamyonet hızını artırarak giderken soğuk bir bıçak gibi çarpan rüzgârın etkisiyle bir ucu yırtık branda pata pata vuruyor kasaya. Hiç kimseden çıt çıkmıyor, bakışlar önde. Kamyon yarım saat kadar gidince duruyor. Bu kadar kısa sürede gelmiş olamaz diye düşünüyorum. Şoför inip alçak tonda konuşmaya başlıyor. Anlayamaya çalışıyorum kiminle konuştuğunu. “Yakalandık mı?” diye endişeleniyorum bir an. Çok geçmeden tekrar gaza kökleyince horultuyla hareket ediyor. İşinin ehli olduğu belli diye düşünüyorum şoförün. Bozuk şose yolda kamyonet bir o yana bir bu yana savrulurken, herkesi tutuyor yolculuk. Gidince bir müddet daha, sesi kesiliyor kamyonun. Ağzını örtmüş sigara sarısı bıyıklarının arasından “Hadii inin,” diyor şoför telaşla brandanın iplerini çözerken. “Buraya kadar.” Ellerinde anılarını tıkıştırdıkları çantalarla gözleri araba farı görmüş tavşan gibi ürkek onlarca insan iniyor kasadan. Denizi gören uçurumun kenarında yalnızlıktan sıkılmış ağaçların eğilmiş dalları altında birikiyor herkes. Sürprizlerle dolu bir yabancı misali, uçsuz bucaksız mavilik önümüzde. Yaşayan bir şey yok civarda çerçöpten başka. Tuhaf geliyor indiğimiz yer. Doğru yerde miyiz diye etrafa bakınıyorum. Şoför de birini arıyormuş gibi etrafı kolaçan ediyor, karşı kıyının ışıkları ise göz kırpıyor. Herkes bir mucize bekler gibi büzüşmüş, başları önde toprağı eşeleyip duruyor. Yüzlerine çöken endişe buz gibi esen ayazla birlikte donup kalıyor. Etrafta bizi karşı kıyıya taşıyacak bir emare olmadığına bakılırsa, havanın iyice kararmasını bekleyeceğiz belli ki.