“İnsan insanın kurdudur”, Huzur Hanım. Sana bunu söylemediler mi? Ninenin yeşil boyalı duvarlarına çizdiğin resimlerde mi kaldı aklın? Yahut bir avuç leblebiyle ağlamalarının dindirildiği günlerde mi? Mercimek Sokağı’nda mı yaşıyor hâlâ ruhun? Daha o zamanlarda bile akranlarının ne kadar acımasız olabildiğini hiç mi hatırlamadın? Düşünsene Huzur Hanım! Büyüdü şimdi o acımasız akranların… Kimin ruhu ehlileşmiştir, kiminki daha da keskinleşmiştir; hesap ettin mi? Adını koyamazdın, ama daha o zamanlar bile bakınca anlardın insanların sûretlerine sinmiş olanı… Bu yüzden bazı güzel yüzler sana tiksinti verirdi… Ve bazı yüzler alabildiğine ferahlık getirirdi. Hissederdin işte! Yüreğine bir şey düşerdi bir anda; bazen için ürperir, bazen pır pır ederdi… Küçüktün ama görürdün sana bakan yüzlerin arkasındaki iyiyi ve kötüyü… Sonra yine dönerdin ninenin koynuna. Gördüğün ve hissettiğin, ama adını koyacak kadar bilmediğin bütün duyguları Mercimek Sokağı’nda bırakır da, sığınırdın ninenin rahlesinin dibine. O Kur’an okurdu, sen dinlerdin usul usul… Bak meselâ, onu da anlamazdın. Ama anlamadığın diğer şeyler gibi, o da bir şeyler bırakırdı bir avuçluk kalbine. Huzurdu adı… Hatırlar mısın? Geceleri uyanınca olmadık bir vakitte, ışığın yandığı odaya doğru giderdi ayakların. Ninen, Kur’an okurdu yine… Bazen de açık bir çaya, biraz lor peyniri ile balı katık ederdi. Çok şeylerde gözü yoktu onun, dünyaya dair. Büyük sofralar kurmazdı kendine. Belki de o zaman eldekiyle yetinmeyi öğrendin. Şikâyet etmezdi meselâ hâlinden. İşte sen de, o zamanlar şikâyet etmekten vazgeçtin…
Söylesene Huzur Hanım! Ninenin evi mi sandın dünyayı? En fazla çocukluk arkadaşların kadar mı canını yakarlar o büyüyen akranların? Biraz lor peyniri ve açık bir çay ile doyar mı şimdinin insanı? Huzur Hanım, sen ruhunu hangi yıllarda bıraktın? Hangi yıllara hasret çekmekten ciğerin böylesine yandı? O yüzden mi, yüreğin her sıkıştığında dönüp de Mercimek Sokağı’na gider ayakların? Ninenin beyaz yün patiklerini ayağından çıkarmaman da ondan mı?