Eski bir öğrencim, dün sosyal medyada “On dokuz buçuk yaşında bir genç olarak hayatın beni getirdiği noktadan son derece rahatsızım!” diye bir not paylaştı…
Ben tanıdığımda o öğrencim henüz on dört yaşındaydı ama hemen her dersimde dile getirdiği aykırı, mizah yüklü ve bunun için de son derece değerli yorumlarıyla, sorularıyla dikkatimi çekerdi. Onun davranışlarını ‘dersi kaynatma girişimi’ sayıp kızmak şöyle dursun, aksine o kadar etkilenirdim ki unutmayayım, aynı konuyu ileriki yıllarda gençlerle derslerimde söyleşirken bu farklı keşifleri yeni öğrencilerime de açayım diye not defterime kaydederdim.
Meselâ, şimdi hayatın kendisini sürüklediği noktadan rahatsız olan o öğrencim, tam yedi yıl önce Tanzimat şiiri üzerine konuştuğumuz bir derste; “Bu evrede, toplum için sanat yaptığını düşündüğümüz sanatçılar, neden hep burjuva kesiminden çıkmış?” diye sormuş ve eklemiş: “İstanbul’daki konakta büyümüş bir şehir beyefendisinin anlattıkları, yolculukların ve iletişimin o denli güç olduğu bir çağda Trabzon’daki padişah kullarının durumunu ne kadar gerçekçi yansıtabilirdi ki?” diye sormuş, kaydetmişim.
O öğrencimi elbette ‘hayatıma girmiş çok sıradışı, çok değerli bir potansiyel’ olarak anımsıyorum. Onu benim gözümde sıradışı yapan özelliğinin ‘mensubu olduğu sosyal grubun eleştirel düşüncesini tahrik etmesi ve derslerimin tam da istediğim yönde ilerlemesine katkı koyması’ olduğunun farkındayım; ama öte yandan şunu da anımsıyorum ki o, şair, yazar ya da akademisyen adayı olmaktan daha çok, bir başka sanat dalıyla ilgili yüksek potansiyeli ile dikkatimi çekmişti: Henüz lise öğrencisiyken rüştünü kanıtlamış bir fotoğraf sanatçısıydı…
Bomboş bir koridorda eline en basit makineyi verseniz, beş dakika içinde inanılmaz bir ürünle sizi büyüleyebilirdi.
Işığın değerini, nesneler arası geometrik ilişkileri, farklı bakış açısı yakalamayı, onunla tanıştığım okuldaki herkesten daha iyi biliyordu.
Ve somutlaştırıyordu.
…