Huzur Hanım… Güneşi bekliyor yine penceresinin önünde, bir bardak çayıyla… Bilmezsiniz! Herkes uyurken ve sessizlik çökmüşken âleme, onun ruhu dörtnala koşardı. Bazen hüznünü, bazen hayallerini, bazen sevinçlerini bırakırdı gecenin en karanlığına. Gece bir kara delik… Ne atsan yutacak kadar derin ve geniş… Atardı geceye cüssesinden büyük hayallerini. Atardı geceye sırları ve cevabı aşikâr olmayan sualleri…
Bir köşeye çekilip izlerdi şu çıldırmış dünyayı. İzlerken düşünürdü; kendisinin de o tımarhaneye dönmüş dünya kadar çıldırıp çıldırmadığını. Nasıl bilebilirdi ki aklının en ücra köşelerinde saklı olan fikirleri? Nasıl bilebilirdi, nefsinin, şeytanın bile aklına gelmeyecek oyunlarla onu kandırıp kandırmadığını? Hangi deli, deli olduğunu kabul eder ki! Kim itiraf eder, her kabahati şeytandan bilip, şeytanın bile bunca zaman günahına girdiğini? İnsanoğlu… Kestirme yolları pek sever. Olup bitene en kolay mazereti bulup da, işin içinden sıyrılmayı… Suçların faili olup da, kendini aklamayı… ‘Beşersem şaşarım’ diye diye her kabahati beşerliğine verip, suçlarıyla yüzleşmekten kaçmayı… Bu dünyanın budalası olup da, hakikî olana kulaklarını kapatan, aciz bahanelerin üstatları!
Huzur Hanım… Nereden bilecekti, uzaktan bakıp da yadırgadığı, zaman zaman da kafa bulduğu o dünyanın, gözeneklerinden sızıp da ruhunun en derinlerine işlemediğini? Nereden bilecekti kendini başka sanırken, herkes gibi olmaya meyledip meyletmediğini? Bunu düşünürken bile nefsi araya girer de sesler verirdi:
“Sen başkasın. Sen ve diğerleri… Koy hele bir kenara, şu tefekküre mesaî harcamayan beşerleri. Bak onlara uzaktan bir kere! Ve sonra kendine… Kim düşünür bu denli inceliği? Kim, geceler sabaha dönerken sancılar çeker bu denli? Onlar gibi olsaydın, içinde şu binbir haz ve güzellik olan dünyayı benzetir miydin tımarhaneye? Ve uzaktan izler miydin içindeki akıllı-delileri?”