0,00 TRY

Sepetinizde ürün yok!

Abdülhamid Han: Ne Ulu Hakan, Ne de Kızıl Sultan

Bize bugüne kadar verilen formasyon gereği ya da dünya görüşümüz, eğilimlerimiz nedeniyle objektif bir tarih anlayışı oluşturmaktan hep uzak kaldık. Çoğu defa tarihi yorumlarken tarihî kişiliklerin ve kahramanların arkasından birbirimize ateş etme kolaylığını seçtik. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, Enver Paşa’yı, İttihat ve Terakki’yi, Jön Türkler’i bu çatışma alanında önümüze siper olarak koyduk. Birbirimize söylemek isteyip de söyleyemediklerimizi onlar üzerinden söyleme gayretinde olduk, onları kendi ideolojilerimizin günah keçileri hâline getirdik.

Yine son zamanlarda kimi Osmanlı hanedanı mensuplarının açıklamalarına ya da tarihî karakterler ele alınarak gerçekleşen dizi filmlerine, bu ideolojik hesaplaşmalarımızı ve takıntılarımızı öne çıkararak saldırdık ya da sahip çıktık. Özellikle de üzerinde yeterli sağlıklı çalışmalar yapılmamasına rağmen II. Abdülhamid ve dönemi üzerinde büyük spekülasyonlar, yalan yanlış söylemlerin kullanılmasına şahit olduk.

Peki, II. Abdülhamid’i ne kadar tanıyoruz? “Ulu Hakan” ya da “Kızıl Sultan” saflarında kendimize ayrılan kompartımana girmenin dışında hangi objektif tarih anlayışıyla okuduk Abdülhamid’i?

Bize giydirilen ideolojik kimliklerin dışında; ne resmî tarih anlayışına, ne de Şimşirgil örneğinde olduğu gibi bir trol mantığına ram olmadan, ya da klasik Marksist tarih anlayışına angaje olmadan, II. Abdülhamid’i tarih süzgecinden geçirebildik mi?

Bu soruya verebileceğimiz cevabın daha sağlıklı olabilmesi için gözümüze takılan at gözlüklerini atmamız gerektiği kanaatindeyim. “Bu at gözlükleri de nereden çıktı” diye hemen itiraz etmeyelim. “Övgü” ile “sövgü” boyutlarını aşamayan tarihçilik anlayışımızın sancısını her daim yaşıyoruz. Yakın tarihimizi oluşturan semboller arasında, bir türlü gerçekçi bir şekilde yerine oturtamadığımız isimler, kolektif belleğimizin derinliklerinden fırlayarak sosyal medyanın zevzekliğinde değersizleştiriliyor.

Bilindiği gibi bizim resmî olan ancak millîliği çoğu defa tartışılan tarih kitaplarımızda ya da tarihi sâdece Osmanlı’dan ibaret gören yeni yetme tarih yorumlarında; kimi kişilikler göklere çıkarılır kimi kişilikler de yerin dibine batırılır. Meselâ modern Türkiye’nin doğuşunun atfedildiği, reformculuğu ile belleklerimize kazınan II. Mahmut’un reformlarının yerindeliği sorusu hiç gündeme getirilmez. Oysa Lamartine Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra kaleme aldığı yazısında, “Osmanlı esprisi” olarak tanımladığımız Yeniçerilerin kırımından sonra, “Artık Osmanlı esprisi diye bir şey yok” sözünü sarfeder. Evet, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasının gerekliliği tartışma götürmez bir gerçek… Ancak bunun zamanlaması konusunda General Moltke’nin de belirttiği gibi hayret etmemek elde değil. Bu durum için; “Garip şey! Halkının yarısı kendi yönetimine karşı gizli veya açık ayaklanma hâlinde olduğu ve korkunç bir komşunun ordularının Asya’da ve Avrupa’da imparatorluğunun sınırlarını aşmak üzere bulunduğu bir sırada Osmanlı Sultanı, kendi ordusuna yok etmekten mutlu oluyordu!” diyordu General Moltke…

[vc_cta h2=”Yazının devamı Ayarsız dergisinde” style=”3d” add_button=”right” btn_title=”Abonelik Formu” btn_style=”3d” btn_shape=”square” btn_color=”danger” btn_link=”url:http%3A%2F%2Fayarsiz.net%2Fabonelik-formu%2F|||”]Ayarsız dergisini kitapçılardan edinebilir veya Abonelik formunu doldurarak adresinize getirtebilirsiniz.[/vc_cta]
spot_img

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz