Okulların “kar sağanağı” sebebiyle tâtil edildiği 9 Ocak sabahı çayımı içerken, popüler bir târih dergisinde yer alan çay dosyasını okuyordum ki, Türkiye’de çok eski bir içme alışkanlığı olduğunu düşündüğümüz; fakat aslında o kadar da eski bir geçmişi olmayıp bir 20. asır meselesi olan çayın, muhtemelen Batı Türkleri’nden yüzyıllar evvel Çin’le temâs hâlindeki atalarımız tarafından keyifle yudumlanmış olabileceğini tahayyül ettim. Meselâ Kürşad’ın Taming Sarayı’nda, o gözde muhafız birliğinde Chun-lang Komutanı olarak dokuz yıllık atâlet sürecinde bu nîmetin bize herhâlde yabancı gelecek arkaik tadına bakmış olabileceğine inanabiliriz. Muhtemelen büyük Atsız da bu inançtan hareketle, çay keyfimizin paternal menşeine “Atalarımız çay içermiş” demek sûretiyle gönderme yapmıştır. Bir ihtimâller sâhasının dışına çıkıp kaynaklara yöneldiğimizdeyse başka ilginç mâlûmatlarla karşılaşabiliyoruz: Her ne kadar 19. asırda Kazanlı Kayyum Nâsırî tarafından kaleme alınmış folklorik bir ansiklopedi olarak bizimle daha çağdaş sayılsa da Favâkihü’l-cülesâ’da ilk çay içen Türk olarak karşımıza Hoca Ahmed Yesevî çıkıyor(muş). Demek kendisi sâdece milliyetimizin değil, çay târihimizin de temelinde yer alıyor. Ayrıca içince inşirah bulmuş olsa gerek ki, hastalara içirilmesini tavsiye buyurmuş. İşte büyük bir adam olduğunuzda çay nasihatiniz bile geleceğe intikâl edebiliyor. Yoksa hiç yaşamamış, olmamış gibi insanlığın gelip geçmiş kâfileleri arasında kaybolup gidiyorsunuz. Zaten meselem de bu, çay değil. Niye uzattım o zaman? Çünkü hiçbir zaman girizgâhsız, im media res, tam ortadan, başlayamamışımdır.
Tahrîr ve tefsîrin mûcidi Thoth’a el vererek ilerleyelim: Ajandamın ilk sayfasına yapıştırdığım bir görsel var. Paul Ricoeur’nun (Telaffuzundan emin değilim) Hafıza, Tarih, Unutuş’unun başında da yer alan muhteşem bir personifikasyon: Yanlış anımsamıyorsam Einstein’ın da doğum yeri olmasıyla mâruf Ulm’da 11. asırda inşâ edilip 18. asırda barok bir yenilemeye tâbi tutulmuş Wiblingen Manastırı içerisinde muhteşem bir kütüphâne var. Şu internet listelerinde “Görüp Görebileceğiniz 10 Hârika Kütüphâne” konseptinde sürekli yer alan bir Rokoko şâheseri… Bunun içerisindeki sütunlardan birinde bir heykel grubu yer alıyor. Önde, ihtiyâr ama epey hareketli bir kanatlı tanrı olarak müheykel Kronos, yâni Zaman, yâni şu meşhur Goya’nın, çocuklarını yiyen Satürn’ü; sol eliyle tuttuğu bir kitabın sayfalarını sağ eliyle yırtarken görülüyor. Onun arkasında ise, bir elinde târihyazıcılığının malzemeleri olan kitap, hokka ve divit yer alan Târih Ana, diğer eliyle Zaman’ın tahribâtına engel olmaya, onu kitabı yırtmaktan alıkoymaya çalışıyor. Bu heykel bâzı tedâîler uyandırdı bende, bilhassa yazma çabamızın Kronos’un tahripkârlığı karşısında nasıl bir gücü olabileceğine ve hangi sâiklerle yazdığımıza dâir. Neticede nomotetik bir iş yapmıyoruz; kalem işlerimizden yeni ve evrensel yasalar çıkmayacak; insanlığın büyük anlamlar küresi içerisinde miskal zerresi kadar yer işgâl etmeyecek kelimelerimiz. O zaman ne için kalem oynatıyoruz? Bunun daha kişisel bir var kalma mücâdelesi olduğunu düşünüp, bu çabayı takdîr ederken bir taraftan hayf ettim: Nasıl bir başarı çıkabilir bundan? Hele ölüm varken; “çünkü ölüm de som suskumdur.” Ben bu çabanın, salt geleceğe kalma çabası olduğuna inanıyorum. Değerli veya değersiz; ama tekstüel bir iz bırakma gayreti… Çağdaşlarımızdan çok uzak gelecekte okuyan birinin gözüne değme ihtimâlinin gönendirici olmadığını kim iddia edebilir? Ama neler unutulmamış ki biz kalmayı umabilelim? Pek çok şeyin, meselâ büyük medenî hamlelerin, târihte iz bırakmış ışıldayan geniş zaman dilimlerinin tüm bergüzârlarıyla unutulduğunu biliyoruz. Stephen Greenblatt’ın belirttiğine göre, hepsi bizim kâğıt ve bilgisayarlarımızdan uzun ömürlü ve dayanıklı olmasına rağmen, papirüs ve parşömenlere kayıtlı Antik Çağ mirâsından günümüze, Herculaneum’daki Papirüs Villası’nın buluntuları ve Mısır’ın Oxyrhynchus (Kafanıza göre takılın) kentindeki molozlar içinde saklananlar hâricinde hiçbir el yazması kalmadı. Binlerce kitap ve gerek librarii (kopyacılar) gerek scribae (kâtipler) tarafından kopyalanıp ortaya çıkan yüzbinlerce kopya yok oldu. Yine Greenblatt bu durumu, “İstikrarlı görünen düzen meğerse kırılgan, kalıcı sanılan şey meğerse geçiciymiş” diyerek târif eder. Onun tâbiriyle “Büyük yokoluş”un “mütevâzı fâili” olan ve “zamanın dişleri” olarak nitelendirilen kitap kurtları ile yağmurlar, yangınlar, istilâlar bu sürecin birer etkeniydi. Bir diğer etken de şüphesiz yükselen Hıristiyanlıktı. Bu yeni dinin taassubuna kurban giden Hypatia’nın ölümünden sonra İskenderiye Kütüphânesi’nin muazzam mîrâsı da gözardı edilmeye başlandı. MS. 4. yy.’da Roma’da, pek çok aristokrat villasındaki kişisel kitaplıklar hâricinde 28 halk kütüphânesi olduğunu bilmemize rağmen, aynı yüzyılın sonunda Ammianus Marcellianus’a göre Roma’da insanlar ciddiyetle kitap okumayı bile neredeyse bırakmışlardı. Atina’daki Lyceion’un da Justinianus tarafından kapatılmasıyla halka tamamlandı. Barbar akınları ve tabiî âfetler dışında, gittikçe sönen 1000 yıllık bir büyük dönem ve o döneme âit birikim topyekûn bir ilgisizliğin kurbânı olarak yavaşça sahneden çekildi. Aziz Hieronymus’un, Cicero ve Plautus’u okumaktan kendisini alamaması, “Kırık dökük sözcükleriyle tıslayan bir dil” olarak vasfettiği İbrâniceyi öğrenip Eski Ahit’i okuma gayretleri içindeyken bile Latin külliyâtının pagan ama revnaklı dilini özlemesi bu yokoluşu anlamamızı sağlayan ibretlik bir öykü sunar: Tanrı, rüyâsında Hieronymus’a görünür ve onun Hıristiyan olduğu iddiâsını, “Sen Cicero’nun takipçisisin!” diyerek ilzâm eder. Neyse ki ebediyen lânetlenmek üzereyken Tanrı’nın insâfa gelmesiyle Hieronymus kırbaçlanarak kurtulur ve antik metinleri okuması yasaklanır. O da bu yasağa riâyet eder.