Değiştiği ve geliştiği sıkça vurgulanan modern dünya her türlü kirliliğe elverişli vaziyette. Kargaşası bitmiyor; korkunçlaşmışlığı da. Canlılar ve insanlar var, ihtiyaçlarıyla yaşayan: Üreten ve tüketen. Olaylar gelişmeye başlıyor böylece. İyi yahut kötü, güzel yahut çirkin, doğru yahut yanlış. Bir yolunu bulup, piyasa pratiğine uyum sağlanabilmeli; şevk ve iştiyak ile. Nasılına yoğunlaşmak vakit kaybı artık. Hayat bir belgesel: Kanlı. Ben, sen, o ve onlar. Âcile kaldırılmayı bekliyorlar. Son yolculuğa uğurlanmanın öncesinde mazeretler dipdiri. Neticeye odaklanmalı. İyiyi, güzeli, doğruyu kendisinden; kötüyü, çirkini, yanlışı başkasından biliyor insan. Böylece devşirilen ahlâk, pek sakıncalı…
Sahip olmak başka, sahip olunan şeyin himayesine girmek başka. Modern çağın her türlü getirisine karşı çıkmanın da, bir karşı çıkış değil, çağını idrak edememe ve çağından mesul olamama durumu olduğu besbelli. Her şeyin fiyatından haberdar olan modern insanın tabuları ve totemleri öylesine fazla ki. Her birine alışmakta: Özümseyerek.
Hayat pahalılığı, iş dünyasındaki acımasız rekabet, işsizlik, küresel ısınma, su ve yiyecek sıkıntısı, nüfus artışı, enerji kaynaklarının tükenmesi, dünyanın sonunun yaklaşmakta olduğunu söyleyen felâket senaryoları…
Hayatını değiştiren buluşlarla başbaşa bu çağın insanı. Bir aşırılaşma çağı bu. Nesneleri tüketmekten ziyade insanların birbirini tüketiyor oluşu, tüketim biçiminin karakter olarak yansıması olsa gerek. Zihinler sondajlanmakta. Kim insan; üretim yahut tüketim girdisi mi? Bunu bir nevi ekonomik terör olarak algılayabiliriz. İnsanı ve insanı insan yapan duyarlılıkları öteleyerek kurulan iktisadî organizasyonların müşterek özelliği, görünüme indirgemesi insanı.
Fakat bir diğer yandan da ilk zamanlara dönüş arzulanmakta; tabiata. Şehirlerin gürültülü atmosferi karşısında sağlık sorunlarıyla yüzleşmek tesadüf değil. İlk zamanlara sığınmak. Niçin? Huzur için… Daha az kalabalık, daha az insan, daha az borç, daha az masraf, daha az taksit, daha az cinnet!