0,00 TRY

Sepetinizde ürün yok!

İkinci Nefes

Kapının önünde iken üç güneşin üçünün de sıcaklığı beynime vurdu. Birazcık uzanayım demiştim, içim geçmiş. Uyandığımda aynı kapının önündeydim ama bina üç kat daha yükselmişti. Üç yeni kat çıkmıştı hayallerimi yazan adam. Burada mevzuata tabi olmak sıkıntısı yok. Vergi yok, algı yok olmalıydı. Kapıyı bir kez daha vurayım dedim. İlk vuruşumun etkisiyle kapı gıcırdayarak ağır ağır açıldı. Bir düdük sesi duyuldu. Çobanların çaldığı düdükten. Ney ve kavalı andıran bir sesi vardı. Çok uzun bir salona açılıyordu kapı. Buna herhalde giriş salonu demem gerekiyordu. İnsanın ta içine işleyen bu lahuti müzik bütün hücrelerimi işgal etmeye başlamıştı. Bir boa yılanının midesi gibi uzun ve ince salonun en sonunda ışık görünüyordu. Tatlı bir eğimle yükselen salon-koridoru takip etmeye başladım. Sağlı sollu iki duvara bitişik sütunlar vardı. Her iki sütun arasında da birer büyük monitör asılıydı. Sevdiğim bütün filmler oynamaktaydı ve hepsinin de sesi kapalıydı. İlk soldaki monitörde masmavi gökyüzünde uçan bir kuş vardı. Kamera kuşun hemen sırtından onu takip ediyordu. Muazzam Toros ovalarının üzerinden yükselen kuş, Adana tarafına doğru uçuyordu. Kameranın hemen altında muhteşem yeşillikler ve yer yer solucan gibi kıvrılan sular güneşin ışığının vurmasıyla parlıyordu. Görüneni tarif edecek bir lügatim olsun istedim. Dünyanın bütün kelimeleri lâzımdı belki de ve bu galiba benim takatimi aşıyordu. Görüntülere dalıp, gitmişim. Görüş alanımdaki bütün monitörlerde aynı görüntünün akmaya başladığını fark ettim. Bir yandan seyretmeye devam ettim, bir yandan da yürümeye başladım. Az gittim, uz gittim. Sonunda koridorun en sonunu buldum. İnce ve uzun bir merdivenle aşağıya iniliyordu. Tavanın yüksekliği tam kafam hizasındaydı. Müzik kesildi. Heyecanla indim basamaklardan aşağı. Ve kendimi binanın dışında, demek ki girdiğim tarafın arka tarafında buldum. Ben çıkarken kapı kendiliğinden kapandı. İki kapılı kocaman bir cümle kapısıydı. Gözlerimin önünde ufka doğru sonsuz açılan bir ova şenleniyordu. Yeşil, yemyeşil, gözün alabildiğince uzaklara uzanan bir ova… Binadan uzaklaşarak ovanın derinliklerine daldım. Adamı yutan boyda yeşil ağaçlar, uzun kamışlar, ayçiçekleri vardı. Yürüye yürüye şırıl şırıl akan bir derecik buldum. Derenin kıyıcığında yerde sarı plastik bir nesne buldum. Gövdesi dört parça olan sarı bir tırtıl. Her gövdede birer çift tekerlek vardı. Beş, bilemedin altı yaşında bir çocuk için üretilmiş, satın alınmış ve tam hayatın bu noktasında kaybedilmiş bir oyuncaktı bu. Burası neresi diye hiç düşünmedim. İnsan hiç düşünmeden biliverir ya. Eşya, yani şeyler bana sırrını açık ediveriyordu. İçimde bir yerlerde bilgiyi “doğrudan” alan bir kanal açıktı. Gözlerimi kapatmama bile gerek yoktu. Bu sarı tekerlekli tırtılı kaybeden çocuğun minik ve anlamlı hüznünü iliklerimde hissettim. Ve aynı çocuk büyümüş, otuz yaşında bir insan olmuş, oturup bunu düşünüyor ve ben bunu hissediyordum. Bunları yazıya dökebilmek için kâğıt, kalem istedim. Paçalarımı sıvadım ve dereye daldım. Oyuncağa dokunmamıştım bile. Çünkü üzerime daha fazla hüzün bulaşsın istemedim. Dere içinde yürüdüm. Sular dizlerime geliyordu. Adım atmaya devam ettim. Önce dere derinleşiyor sandım. Derenin bir kenarında, minik bir çağlayan hâlinde akan bir çeşmenin dereye sularını döktüğü yerde kırık bir dev testi gördüm. Hititlerden, Akadlardan kalan o içine şarap konan testilerden. Kocaman bir anfora… Ağzının yarısı kırık… Bir minik anafor beni testinin içine çekti. Dupduru suyun her yerini açık havada görür kadar netlikle görebiliyordum. Küçük ve renk renk balıklar etrafımı sardı. Yeşil, mavi, kırmızı, pembe, mor… Minik minik yüzlerce balık. Bacaklarımı, diz kapağımı, göbeğimi öpüyorlardı sanki… Nefessiz kalmadım. Suda nefessizlikten hiç rahatsızlık duymuyordum. Testiden kocaman bir yer altı mağarasına giriliyormuş meğer… Biraz yüzdükten sonra güneşe doğru yüzerek yükseldim. Güneş ışıkları dokunulunca hissedilecek kadar katı idi. Işıkları ağzımla tuttum. İnsan en sevdiği yemekleri yiyince nasıl bir haz duyarsa öyle bir hazza kapıldım. Beş ışıktan dördünü yedim. Beşinciye tutulup, kendimi yukarı çekerek hızla yüzerek yükseldim. Su yüzeyine çıktım…

[vc_cta h2=”Yazının devamı Ayarsız dergisinde” style=”3d” add_button=”right” btn_title=”Abonelik Formu” btn_style=”3d” btn_shape=”square” btn_color=”danger” btn_link=”url:http%3A%2F%2Fayarsiz.net%2Fabonelik-formu%2F|||”]Ayarsız dergisini kitapçılardan edinebilir veya Abonelik formunu doldurarak adresinize getirtebilirsiniz.[/vc_cta]
spot_img

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz