0,00 TRY

Sepetinizde ürün yok!

A. Serkan Selay – Kayıtlar

7. Kayıt

23 Nisan… Dünya üzerinde, tüm zamanlar boyunca, yaşamış olan Türk devletleri içerisinde; en geniş coğrafyalarda, en uzun asırlar boyunca ve pek çok farklı milleti de ukdesinde barındırmak suretiyle hüküm sürmüş olanlarından Osmanlı İmparatorluğu’nun adeta küllerinden doğmuş bulunan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu milli iradesi, -o zamanki adıyla- Büyük Millet Meclisi’nin açılış gününü kutladığımız, böyle önemli bir tarihi hadisenin vuku bulmasından dolayı bayram ettiğimiz “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nı tam yüzüncü kez kutlayacağız, iki gün sonra. Bu virüs salgını, yüzüncü yıl kutlamalarının üzerine de fiziki anlamda heyula gibi çöktü, çökecek orası kesin ama bu aziz milletin gönlünde, yüreğinde, benliğinde tüm ihtişamıyla kutlanacak, yaşanacak, idrak edilecek. Gazi Meclis ve pek tabiî ki o Gazi Meclis’in lideri Gazi Paşa minnetle yad edilecek, hürmetle anılacak.

Ben de kendi adıma, bu özel zamanlara özel olarak sosyal medya hesaplarımdan birinde, muhtemelen instagram hesabımda, “23 Nisan’da saat 23’te” bir canlı yayın yapmayı planlıyorum. Bu konuyu kesinleştirdiğimde, yine tüm sosyal medya hesaplarımdan duyurusunu yapmış olacağım. Ayarsız Dergi’de de kaleme aldığım “Bahtiyarsın Ey Kelebek” şarkısını, bu çocuk şarkısının bence hikâyesini, günün anlam ve önemine olan atıflarıyla ele alıp, kim bilir belki bir canlı ud performansı ile de süsleyeceğim bu canlı yayını. Kendimce ve ilgi gösterip yayına, katılımcı ya da izleyici olarak katılan kıymetli dostlarla, mütevazı bir anma programı yapmaya çalışacağım. Şimdiden, asırlık doğum günün kutlu olsun ey milli irade…

Sarı kedi bana küstü. Demiştim ya, hayatımda ilk defa bir kedi sevdim. Öyle böyle değil, baya baya sevdim yani. Corona yüzünden Sarı kedi ile arama kara kedi girdi. Yemek veriyorum, su veriyorum, en sevdiği şeyleri koyuyorum önüne ama onu sevemediğim, okşayamadığım, dokunamadığım, evin içine alamadığım için kendisi bana bozuk ve bunu öyle net bir şekilde ifade ediyor ki sormayın. Derdi yemek değil, derdi sevilmek, ilgi görmek. Umarım hayat normale döndüğünde beni bağışlar. Üzgünüm…

6. Kayıt

Hayat telaşesi… Çok bilindik, çok kullandığımız, adeta içimize işlemiş bir tabir, değil mi? Hayat telaşesi…

Sabahları daha kargalar kahvaltılarını etmeden çalan telefon alarmları ile kalkılıp, uykulu ve de küfürlü gözlerle yapılan hazırlıklardan sonra kendini sokaklara atmalar. Trafik, gelmeyen belediye otobüsleri, leş gibi kokan metro vagonları, balık istifi dolmuşlar, vapurlar, halk otobüsleri…

Bir şekilde ulaşılabilen çalışma hayatı. Yalanlar, dolanlar, boş vermişlikler, had bildirmeler, hesap sormalar, kendine toz kondurmamalar, hesaplar, kitaplar, bitmek bilmeyen toplantılar, sonu gelmeyen kriz ortamları, hep bi’ kaygan zemin, hep bi’ nerden kazık yerim kaygısı, hep bi’, bi’ taraflarını kollama endişesi…

Akşam dönünce, leş gibi, pestil gibi, yorgun, bitkin, çökmüş psikoloji ve fizyolojilerle açılan soğuk ve karanlık ev kapıları. Kendini bari evinde rahatlatma çabaları. Tükenen şarjlar, bitmiş marjlar, toplum olarak topluca izlenen televizyon dizileri karşısında devrilip kalan imajlar…

Ertesi sabah, ertesi gün, daha da ertesi sabah, daha da ertesi gün… Aynı…

Aha hafta sonu geldi. Değişik bir şeyler yapmalar. Milyonlarca insanla birlikte, kahvaltıcı mekanlarda, serpme kahvaltı adı altında hep birlikte aynı çorbaya yine kaşık sallamalar. Öğleden sonra tornadan çıkmış o milyonlarca mekândan birine gidip tavla atmalar, nargilenin marpucuna bakmalar. Akşam oldu mu da güya felekten bir gece çalmalar. Aynı tornadan çıkmış balıkları, usül erkan bilmeden, sözde rakı bardaklarına, közde biber patlıcana katık yapmalar…

Daha rafine zevklere, daha rafine bir hayat tarzına ihtiyacın var ey insan kardeşim. Hayat pahalı, hayat zor, ekmek kavgası, faturalar, çocukların okulu, açlık sınırı bilmem ne… Tamam kabul. Sana diyorum ki hadi salonun başköşesinde duran televizyonunun arkasına geç ve o çok iyi bildiğin salonuna bir de oradan, bir de o açıdan bak bakalım. Ne göreceksin?

Bence beklentini düşük tutmakla başla işe. Bak her şey ne kadar da boş ve her şey, her insan ne kadar da eşit aslında anlamadın mı? Kademeleri, sınıfları, alanları kategorize eden biziz aslında. Zorlaştıran biziz. Hayat gerçekten çok kısa ve anlam ve değer yüklediğimiz pek çok şeyin hiç ama hiç bir kıymeti yok işin sonunda.

Bir tren yolculuğundasın, unutma. Ve hangi istasyonda ineceksin belli değil. Onun için geçtiğin her istasyonun keyfine var, pencerenden gördüğün manzaranın, yol arkadaşlarının keyfine var.

Çok da şey etme yani…

5. Kayıt

Ülkenin, büyükşehir statüsündeki otuz vilayetinde ve madenci kenti Zonguldak ilimizde mukim olan insanları olarak “sokağa çıkma yasağı” uygulamasını da yaşayıp görmüş olduk. Kafa kağıdı müsait olanlar bilirler, seksen darbesi sonrası postal günlerinde bu durum nerede ise vaka-ı adiyeden sayılır bir hal haline gelmiş idi. E bu grup vatandaşımız için de bir nevi nostalji oldu.

Sığ politikacılarımızın o çok bilindik sığ argümanlarından biridir. Ağızlarını doldura doldura, diyaframdan aldıkları nefeslerini ciğerlerinden ortama boca ederek hönküre hönküre bağırırlar: Bu millet, karneyle aldıkları ekmek, şeker, yağ, tüp kuyruklarını unutmadıııı! Doğru, unutmadı. Unutması da mümkün değil zaten. Acılar unutulmaz, küllenir üzerleri sadece.

Dün gece ne oldu peki? Sadece kırk sekiz saat sürecek, uykuda geçecek on altı saati çık, otuz iki saat yaşanacak bir sokağa çıkma yasağında aç kalırım diye, içkisiz kalırım, sigarasız kalırım diye, inanamayacaksınız ama leblebisiz, tuzlu fıstıksız kalırım diye, buna hiç inanamayacaksınız ama iki gün boyunca evlerinin önünde yatacak arabaları benzinsiz kalmasın diye; gecenin o saatinde açık olan mahalle marketleri, kuruyemişçiler, tekel bayileri, fırınlar, akaryakıt istasyonları önünde birbirini yedi. Tekme tokatlı kavgalar çıktı. Haftalardır dikkat edilen sosyal mesafe ve izolasyon kurallarının canına okundu. Yazık…

Düzenli olarak takip ettiğim bir dizi var, Mucize Doktor… Bir Kore dizisinden uyarlama. Gerek insani duygular anlamında, gerek profesyonel iş hayatımda ilgilendiğim pek çok konu ve alan anlamında çok güzel detaylar, çıkarımlar bulduğum bir yapım. Covid19 salgını döneminde bu ülkenin de bir “Mucize Doktor”u olduğunu gördük. Nefret ettiğim ve yıllar önce hayatımdan çıkardığım sığ iç politikadan uzak, insani erdem ve hasletlere sahip, nazik ve naif, çalışkan, fedakar, mütevazı, ayrıştırmadan birleştiren, reklam ve böbürlenmeden, kibir ve büyüklük taslamaktan uzak, duygusal ama mantıklı, insani ama bilimsel ve teknik bir portre, bir “mucize doktor” var karşımızda.

Yıllar önce de bu memleketin sağlık bakanlarından biri, bu memlekette hiç bir başarının bedeli ödetilmeden, başaranın yanına kar bırakılmayacağını ifade etmişti. Umuyor ve diliyorum ki bu “mucize doktor”u acze düşürecek acizlere, kader fırsat vermesin. Özellikle “kader” diyorum çünkü gerisi bu acizliğin en sağlam adaylarıdır. Cehalet ve siyaset…

4. Kayıt

Karantina günleri başladığından bu yana ikinci online eğitimimi de dün aldım, talebe olarak. Birkaç gün önce almış olduğum ilk eğitim Kurumsal Risk Yönetimi üzerine idi. Dün almış olduğum iki buçuk saatlik eğitim ise Duygusal Zekâ ile ilgiliydi. Eğitmen hoca sunumunda, Proust’un çok güzel bir sözünü aktardı bizlere, ben de dün, kendi sosyal medya hesaplarımda paylaştım bu çok etkilendiğim sözü:

Keşif için çıkılan yolculuklar, yeni yerler görmekle değil, yeni gözlerle bakabilmekle başlar.” Ve kendi yorumumu da ilave ettim ardından:

Fırtına bittiğinde, delice yağan bu yağmur dindiğinde, bu illet insanlığın yakasından düştüğünde; düzene ve sistemlere yeni gözlerle bakması gerekecek insanlığın. Evet, aynen böyle olacak. Bir kere; o iflah olmaz hırslar, o küçük dağları ben yarattım egoları, o paraya mala mülke makama mevkie koltuğa protokole tapınmalar, kibir ve gurur abideleri, azamet ve büyüklük sapkınlıkları ve bir dolu yalan ve sahte bileşim nereye gidecek? Göreceğiz…

Şapka düştü, kel göründü. Gözle görmediğimiz kadar küçük bir mikroorganizma, gözle göremediğimiz kadar büyük bir sistemi dinamitledi. Geçip de karşısına gurur ve kibirle seyrettiğimiz o devasa medeniyetimiz(!?), market rafları önünde makarna kavgası eder hale geldi. Bu işin şaka olmadığını çok geç anladık. Çünkü biz o kadar ilerlemiştik(!?) ki koyun bile klonlamıştık. Yapay zekâ vardı artık değil mi? İnsanlık o kadar ilerlemişti ki görünmüyordu artık. Otur çocuğum sıfır…

“Kral çıplak” dedi birileri. Evet kral çırılçıplak, anadan üryan dolaşıyordu ortalıkta çoktan beridir. Ama inşa ettiğimiz o yüce medeniyet(!?) öyle bir denge kurdu ki kendisini korumak adına, kralın çıplaklığını haykırmak bir kenarda dursun, onu seyredip tatmin olur noktaya çoktan gelmişti büyük insanlık(!?). Su savaşları, enerji savaşları, yıldız savaşları, bilgi teknolojileri savaşları, ekonomik savaş, nükleer savaş gibi bir sürü savaş güzellemesi üretip savaşmadan seviştik bu arada. Uyuştuk, uyuşturulduk, e biz de çoktan razıydık belli ki… Hadi bakalım buyurun, kral çıplak ve otur çocuğum bir kere daha sıfır…

Karantina günlerinde eğitimler alıyorum talebe olarak. Halen talep eder durumdayım yani. Ve aklıma hep Sokrates’in flütü geliyor. Baldıran zehri içirilerek ölüme mahkum edilen Sokrates’e, idamının infazından önce son bir dileği olup olmadığını sorarlar. O da kendisine bir flüt vermelerini, flüt çalmayı öğrenmek istediğini söyler. Saatler sonra öldürüleceği, flüt öğrenmesinin anlamsız olduğu kendisine hatırlatıldığında ise Sokrates’in cevabı şu olur: “Önemli olan, ölmeden önce bir şey daha öğrenebilmem, siz bana flüt getirin…

Aynı Sokrates’e, idam kararından sonra eşi şöyle der: “Çok üzgünüm ama en çok da haksız yere seni idam etmelerine üzülüyorum.” Sokrates gülümseyerek karısına şu cevabı verir: “Üzülme, haklı yere idam etselerdi daha mı iyiydi?

İzmir’de hava kapalı bugün, yağmur yağıyor. Yağan yağmur, insanların daha az sokağa çıkmalarına, daha az bir arada bulunmalarına sebep olur belki diye umutlanıyorum, kim bilir belki de yolu, sokağı, parkı, bahçeyi de yıkar dezenfekte eder diye düşünüyorum… Ve umutlanmanın güzel bir duygu olduğunu hissetmeye çalışıyorum…

3. Kayıt

Her iki dedem de Demokrat Parti geleneğinden gelen Adalet Parti taraftarları idi, benim çocukluk günlerimde. Çocukluk günlerimde diyorum çünkü ilkokul ikinci sınıfa başlayacağım senenin Eylül ayında yapılan askeri darbe ile Adalet Partisi de tarih oldu.

Sene 1977-78 olması lazım, dört-beş yaşlarındayım. Cumhuriyet döneminin ilk fabrikalarından olan Konya Ereğli Sümerbank Fabrikası’nda iplik ustası olarak çalışan anne-dedem Mehmet Usta, benim de ilk ustam, ilk öğretmenimdi o yıllarda. Henüz dört-beş yaşlarımda okumayı ve yazmayı, dört işlemi öğretmişti bana. Bildiğiniz sular seller gibi okuyup yazıyor, dört işlemi yapabiliyordum. Ve okuma alıştırmalarımı, Mehmet dedeme gazete makaleleri okuyarak yapıyordum. Tabii ki Tercüman Gazetesi ile… O yıllarda nerede ise her Adalet Partili, Tercüman okurdu. Şu an bile mizanpajının, hafızamdan çıkması mümkün değil.

Okumayı ilerleteyim, iyice sökeyim diye özellikle iki yazarın köşe yazılarını baştan sona mutlaka ben okurdum dedeme. Belki benden önce ya da sonra kendisi de ayrıca okur muydu bilmiyorum. Biri ikinci sayfada Rauf Tamer, diğeri de üçüncü sayfada Yavuz Donat idi. Özellikle Rauf Tamer yazıları kısa kısa cümlelerle ve daha basit bir dille yazıldığından olsa gerek daha çok hoşuma giderdi, anlardım bir şeyleri en azından. Yavuz Donat, daha bir karmaşık yazar gibi gelirdi bana(!?). Ama görev icabı, dedem demli kaçak çayını Birinci marka sigarasıyla içerken, ben satır satır kelime kelime  her iki yazarın makalelerini de yüksek sesle kıraat ederdim kendisine. Yine aynı gazetenin muharrirleri merhum Ahmet Kabaklı Hoca’yı, Şakir Süter’i, yine merhum Ayhan Songar Hoca’yı, dedemi iki-üç sene sonra genç yaşta kaybettikten çok sonraki yıllarda anlamaya başladım. Orta sayfalarda yazan, gazete sahibinin eşi Nazlı Ilıcak’ı o zamanlarda da sevemediğimi hatırlıyorum.

Bu Corona günlerinde nereden mi aklıma geldi bu konular? İşte ta o yıllardan aklıma kazınan bir söz düşüverdi de dudaklarıma bu sabah, ondan kıymetli dostlar. Dört-beş yaşlarımda, her Allah’ın günü dedeme okuduğum Rauf Tamer ve Yavuz Donat köşe yazılarının olduğu o efsanevi Tercüman Gazetesi’nin logosunun altında bir söz yazardı: “Her sabah dünya yeniden kurulur; her sabah taze bir başlangıçtır.” Şu an için belki her sabah değil ama bu Coronavirüs illeti, milletin ve tüm insanlığın yakasından düşüp de defolup gittiğinde illaki dünya yeniden kurulacak ve taze bir başlangıç yaşanacak. Birinci kayıtta da yazdığım üzere hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Oyunun kuralları yeniden yazılacak. Umarım insanlık, tabiat ile mücadele etmekten vazgeçecek ve onunla dost olmayı, onun büyüklüğüne ve düzenine saygı duyarak yaşamayı tercih edecek. Çünkü bu işin şakasının olmadığını çok büyük bir ders ile öğrendi sanıyorum. En azından umuyorum. Elinin tersi ile bizi bir kenara ittiriverdi ekosistem. Dur bakalım, yeter artık bu şımarıklığın senin dedi. Denizlerinde, göllerinde, akarsularında ve kanallarında yeniden hayat canlandı. Leş gibi yaptığımız havası, göğü, seması yeniden tüm beyazlığına ve maviliğine döndü. Ve bizim medenilik ve gelişmişlik adını koyduğumuz süzme vahşiliğimizi bir tokat gibi yüzümüze çarpıverdi. Hayır olsun bakalım…

İzmir Karşıyaka’daki evimin hem güney cephesi, hem de batı cephesi iki güzel semt parkına bakıyor. Bu karantina günlerinde iki uzak komşumu gülümseyerek izliyorum kendi evimden. Biri güney cephemdeki parkın sonrasındaki apartmanlardan birinin dördüncü katındaki evin kedisi. Durup durup pencereye çıkıyor ve dışarıyı izliyor, ben de onu izliyorum. Camdan cama bir telepatik iletişim oluştu aramızda. Diğer uzak komşu ise batı cephemdeki parkın sonrasındaki apartmanlardan birinin altıncı katındaki yaşlı bir amca. Amca bildiğiniz, kafesinde hiç durmadan dönüp duran öfkeli bir aslan gibi. İki metreye üç metrelik küçük balkonunda, dakikalarca mahpus voltası atıyor. Şimdi atacak kendini oradan aşağı diye korkmuyor değilim. Ah karantina ah…

Bu Yavuz Bahadıroğlu isimli şahsın yanlış hatırlamıyorsam Niyazi Birinci mahlası ile yazdığı çocuk kitapları vardı ve çocukken bunları okurdum. Sene seksenler olmalı. Tarihi hikâyeler kıvamında idi ve hoşuma giderdi. Bu şahsı, bugünkü yaşımın olgunluğu ve birikimi ile bırakın kitaplarını alıp okumayı, sağda solda gördüğümde dahi kapatıp geçiyorum. Dün yeni bir hezeyanda daha bulunmuş, ortalık karıştı. TRT’de yayınlanan bir Cumhuriyet dönemi dizisi, yine TRT ve diğer kanallarda yayınlanan bazı Osmanlı dönemi dizilerinden, “Kemalist”lerin rövanş alma çabası imiş. Bir insanın Selçuklu’yu da, Osmanlı’yı da, Türkiye Cumhuriyeti’ni de, Alparslan’ı da, Fatih Sultan Mehmet’i de, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü de sevebilmesi için derya deniz bir yüreğe, gönüle ve apaydınlık bir dimağa, beyne, iz’ana sahip olması gerek. Bizim, ağaç kovuğundan çıkmadığımızı ve hiçbir yere de gitmediğimiz gibi gitmeye niyetli de olmadığımızı bilmesi gerek. Tıpkı kendimiz gibi, tarihimize mal olmuş tüm kişilerin de bir insan olduğunu, tıpkı bizim gibi her insanımızın da hatalarıyla, günahlarıyla sevaplarıyla, başarı ve başarısızlıkları ile insan olduğunu idrak edebilecek iz’ana sahip olması gerek. Beşeriyet tarihinde tıpkı bizim gibi insanlar tarafından kurulmuş olan her türlü sistemin ve devletin de güçlü ve zayıf yanları, galibiyet ve mağlubiyetleri, zafer ve hezimetleri olduğunu, bu konuları böyle geniş bir perspektiften ancak bilerek değerlendirebileceğimizi düşünebilecek iyi niyete, ilme ve irfana sahip olası gerek. Var mıdır tüm bu “gerek”ler, yorum sizin…

2. Kayıt

Korona günlerinde enteresan şeyler de olmuyor değil.

Dün günlerden cuma idi. Birkaç hafta önce, ülkenin İslami dini otoritesi pozisyonunda konumlanan Diyanet İşleri Başkanlığı, tüm ülke genelinde, ikinci bir karar verilene kadar Cuma namazlarının kılınmayacağına hüküm verdi. Yani İslam inancına sahip her erkek için farz olan Cuma namazı, farz olmaktan çıktı. Şu anda da var mı, hiç takip etmediğim için bilmediğim “darül harp – darül İslam” tartışmaları, benim gençlik yıllarımda, üniversite dönemimde pek bir meşhurdu. Kendisini “İslamcı” olarak konumlandıran kesimin bazı uç fraksiyonları, Türkiye’nin “darül harp” memleketi olduğunu savunur, Cuma namazının farz olmadığına inanır ve Cuma namazı kılmazlardı. Ve bu tartışma uzar da uzardı. Diyanet İşleri Başkanlığı, virüs salgını nedeniyle ülkede Cuma namazlarının kılınmayacağını ilan ettiğinde aklıma yıllar önceki bu tartışmalar geldi. Aha dedim bizim memleket “darül İslam” olmaktan çıktı, “darül harp” oldu galiba…

Dün bir baktık ki ülkenin resmi televizyon kanalı, ekranın sağ alt köşesine camiinin ismini de yazarak Cuma namazı görüntülerini servis etti. O bilindik “Safları sıklaştıralım cemaat-i müslimin, aramıza şeytan girmesin” tarzındaki imam repliklerinin aksine, sosyal mesafelendirmeyi de bi’ güzel yapıp seyrek usül pozisyon alarak Cuma namazı kılınmaktaydı. Ne diyeyim Allah kabul etsin. İnşallah yani… Allah kabul eder mi tabi ki biz bilemeyiz ama milletin vicdanında pek bi’ kabul görmedi sanıyorum.

Bir başka tuhaf iş daha yansıdı kamuoyuna. Devletin tepesindeki camiden servis edilen, seyrek düzende oluşturulmuş beyaz takkeli cemaat fotoğrafına benzer bir başka fotoğraf da yine seyrek düzende oturulmuş bir masa etrafındaki beyaz maskeli ihalecilerin fotoğrafı oldu. Dünyada binlerce, ülkede şimdilik yüzlerce ölümün yaşandığı bu salgın denen illetle boğuşurken insanlık; bu seyrek düzende oturulmuş bir masa etrafındaki beyaz maskeli ihaleci arkadaşlar, Kanal İstanbul isimli efsanevi projenin bilmem ne ayağının ihalesini yapmaktaydılar. Hakikaten enteresan ve tuhaf değil mi yahu?!

Ben köpek severim. Kedilerden oldum olası hazzetmem. Bir deniz kasabasında bulunan yazlık evime sarman cinsi bir kedi dadandı. Adını “Sarı” koyduk. Sevdirdi bana kendini. Hayatımda ilk defa bir kedi sevdim. Ama öyle böyle değil. Resmen özlüyorum Sarı’yı. Gidip de göremiyorum. Görsem de sevemiyorum bu virüs illeti nedeniyle. O da anlayamıyor bu durumu. Şaşkın şaşkın ve de sitemli bakıyor gözlerimin içine. Umarım hayat normal akışına dönene kadar beni silmez kalbimden. Sarı, seni çok seviyorum be oğlum…

1. Kayıt

Dünya tarihinin çok önemli bir dönemine hep birlikte şahitlik ediyoruz. Bu salgın bitikten sonra gerek dünya üzerinde, gerekse ülkemizde hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Tüm sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel denklemler yeniden oluşacak. Hayat, daha farklı bir zeminde yeniden kurgulanıp, yaşanıyor olacak. Ve hepimiz bu değişimden az ya da çok, iyi ya da kötü etkileniyor olacağız. Birlik, beraberlik, dostluk ve dayanışma gibi insani erdem ve duyguları, kimler ve hangi toplumlar daha fazla özümseyip gerçeğe dönüştürebilirse, bu büyük değişimden daha az yara alarak hatta kazanımlar elde ederek çıkacak. Bunlar benim düşüncelerim ve yorumlarım. Bu konuları, bundan sonra bol bol konuşma ve yazma imkanımız olacaktır. Tabiî ölmez de sağ kalırsak. Sevdiklerinizle beraber ve hep onlarla omuz omuza olun lütfen. Ve kendinize çok ama çok dikkat edin.

 

 

 

 

spot_img

4 YORUMLAR

  1. Yazılarınızı okuyorum tebrikler. Sokağa çikma yasaği hepimiz istiyoruz. Ama halkin geçimi sağlanmali,nasıl bütçe yetersiz deniyor.vekillerimizden hiçbiri biz maaşlarımızın 3te1 ni veririz diyemiyor. Sözde hepsi milletinvekili. Sizlerle dertleşmek istedim. Bu yazinizda herzamanki gibi anlamlı

  2. Çok teşekkür ederim Fatma Hanım, varolunuz. Maalesef ki çok haklısınız. Devleti var edenler, vatandaşlarıdır. Ve böyle zamanlarda devlet de vatandaşının sonuna dek yanında olmalıdır. Umarım herşey çok daha güzel olur. Selamlar.

  3. Yazılarınız gerçekten çok güzel, özellikle bu sıkıntılı durum bittiği zaman insan davranışlarının nasıl olacağını çok merak ediyorum, keşke umut ettiğimiz kadar güzel olsa, ama dün gece yaşananlar beklentilerimizi en az seviyede tutmamız gerektiğini gösterdi maalesef.. İnşallah insan olabilmeyi başarırız, Allah a emanet olun.

  4. Çok teşekkür ederim Hilâl Hanım, varolunuz. Gelecek projeksiyonlarını bolca yazacağız, yazılanları okuyacağız bundan sonraki süreçte. Umuyor ve diliyorum ki herşey çok daha güzel ve insanca olur. Selâmlar…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz