0,00 TRY

Sepetinizde ürün yok!

Ömer Burak Sert – Kayıtlar

7.Kayıt

Sokağa çıkma yasağının ikinci gününü geride bırakıyoruz. Zaman zaman balkona çıkıp vaziyeti yerinde seyrediyorum. Issız sokakların sessizliğini günde bir veya iki kez ekmek ve su satan araçların korna sesleri bölüyor. Saat başı da bir belediye otobüsünün frenleme ve duraktan kalkış sesini işitiyorum. Ve anlıyorum ki, hâlen bu durakta görevinin başına gidip gelen insanlar bekliyor. Tüm bunların haricinde sokaklar, kedilere ve köpeklere kalmış vaziyette. Diledikleri gibi yayılıyorlar kaldırımlara. Ve hatta yollara… Bu gece itibariyle yasak sona erecek ve yarın yeniden evimizin önündeki caddede pazar kurulacak. Ancak bu durum da çok uzun sürecek gibi gözükmüyor. Belki birkaç hafta yahut belki de birkaç boyunca hayatımızın arka planını oluşturan, kimi zaman ilgisiz kaldığımız rutinlerimize ara vermek mecburiyetinde kalacağız. Zannediyorum, kabullenmekte zorluk yaşadığımız durum, bir anda bu denli dışlanıyor olmamızdır. Yeniden, tabiatın sinesinde bir olacağımız günlere en kısa sürede erişebilme ümidiyle…

6. Kayıt

Thomas Hobbes, 1588’de, İngiltere’de savaş ortamında doğmuş ve büyümüştür. Bu sebepten kendisini, korkuyla ikiz kardeş olarak addeder. Korku ve o birlikte dünyaya gelmişlerdir. Şimdi ortasından yürümekte olduğumuz çağa baktığımızda ise, korku değil ama endişeyle bir ikiz kardeşlik durumumuzun söz konusu olabileceğini düşünüyorum. Bugünü imkansız kılan endişeler, yarını mahveden belirsizlikler artık daha sık karşımıza çıkıyor gibi. Buna rağmen, şimdilik, mukavemet göstermekte muktediriz.

İçerisinde bulunduğumuz tablonun ürkütücü verilerini gördükçe, muhafaza etmekte güçlük çektiğimiz umudumuzu toptan yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyoruz. Zira, “ölüm” insana umut vermiyor. Fakat yine de umutlanacak sebepler üretmeye, yeşermeye başlamış umut zerrelerinin sayılarını çoğaltmaya çalışıyoruz. Çünkü yarına dair hayaller kurmakta ısrarcıyız:

“Yarın farklıdır bugünden,
Adı değişir hiç olmazsa,
Kara bir suyu
Geçiyoruz şimdilerde
Basarak yosunlu taşlara.
 
Sen bugünden yarına
Birazcık umut sakla.”
diyor Metin Altıok. Umutlarımızı saklamaya devam edelim.

5. Kayıt

Evlerimizde mahpusluk yaşadığımız günlerdeyiz. Özgürlüğümüze pranga vurulmuş bir hâlde, ne zaman görüleceği belli olmayan bir mahkemenin tahminde zorlandığımız hükmünü beklemekle meşgulüz. Halbuki insanlığın tekâmül edişiyle orantılı olarak düşündüğümüzde bu durum pek normal sayılmaz. Zira, gelişen teknolojiyle birlikte içerisinde yer aldığımızı düşündüğümüz dijital çağda problemlerin daha hızlı çözülmesi ve her işin neticesinin daha kısa sürede elde edilmesi gerekmez miydi?

Fransız düşünür Etienne de La Boetie, 22 yaşındayken kaleme aldığı “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” adlı eserinde halkın, tirana gönüllü olarak itaat ettiğini ifade eder. Tirana itaat aynı zamanda bireyin kendi özgürlüğünden vazgeçmesi anlamını da taşır. Aslında, büyük sayılara sahip olan kitlelerin tek bir kişiye yahut kişinin çevresinde gelişen bir zümreye itaat ediyor olması şaşılacak bir husus olsa da itaati bir kez benimsemiş olan kişi, şahsında özgürlüğe dair sakladığı her şeyi kaybeder yahut unutur. Bu durum da bireylerin özgürlük mefhumuna yabancılaşmasına sebebiyet verir. Bu kitlelerin, özgürlük ile tirana itaat arasında bir seçim yapmak durumunda kalsa dahi tirana itaati tercih edecekleri öngörülebilir. Bunun neticesinde de özgürlüğünden feragat ederek tirana gönüllü bir şekilde kulluk eden kitleler oluşur.

Teknolojinin çizdiği hududa hapsolduğumuz; doğanın muhafaza edilmesi hususunda her türlü sorumluluktan kaçıp onu “yüksek menfaatlerimiz” adına hunharca kullanmaktan geri durmadığımız; bir merkezden dayatılan tek tipleşmeye uyup gerekliliklerini harfiyen yerine getirdiğimiz bu çağda, gönüllü olarak yerine getirdiğimiz hatta bu yarışta daha önde olmak için can attığımızı da göz önünde bulundurursak devrin gönüllü kullarının yine bizden başkası olmadığı görülecektir. Öyle ki müsebbipleri dairesinde yer aldığımız bir virüsün gazabından korunmak adına hapsoluyoruz.

Gün geçtikçe bu sürecin zorluk derecesi artıyor. Birçok farklı düşüncenin odak noktasında kalmak bu tecrit günlerini daha da zorlu kılıyor. Bir önceki kayıtta da bahsettiğim gibi yeniden edebiyata dönmek, öyle zannediyorum ki, daha akıllıca olacaktır.

4. Kayıt

Dünya çapında yayılan Corona virüsün ülkemizde görüldüğü günden itibaren defterime gün gün not düşmeye başlamıştım. Alınan tedbirler, görülen vakalar ve ölümler… Elbette daha sonraki zamanlarda bu bilgilere ulaşmak istesem internet ortamında birkaç tuşa basarak rahatlıkla elde edebilirdim. Ancak, kişinin hususi ajandasına aldığı notların ileriki senelerde daha fazla bir ehemmiyeti olacağı kanaatindeyim. Maddî değilse de manevî… Günlerce notumu aldım ancak son günlerde elim kaleme gitmedi, gündemi takip etmekten kendimi alıkoymaya gayret ettim. Her ânımızı bu kötü gelişmelere tanıklık ederek geçirmek, zannediyorum ki, ruh sağlımız için faydalı olmayacaktır.

Edebiyata ilgi duyuşum, lise yıllarında şiir vesilesiyle olmuştu. Ardından elime kalemi alıp bir şeyler karalamaya başlamıştım. Lise yıllarında sahip olduğumuz coşkunlukla, kahramanlık temalı bir iki deneme yapmış; üniversite döneminde ise daha çok sevda şiirleri ile devam etsem de düz yazıya ağırlık vermeye başlamamla birlikte şiiri geri plana atmıştım. Bu süreçte, ‘Madem iç karartıcı satırları artık tarihe not düşmek istemiyorum, o hâlde tekrardan şiire yöneleyim’ diye düşündüm. Yeniden, sevdaya dair mısralar yazmanın hesabını yaparken kendimi dağa, taşa şiir yazar bir vaziyette buldum. Ne yapsam da bunu değiştiremedim. Günlerdir dört duvar arasına kısılmış, başını pencereden göğe çevirse gözlerini kapatmak mecburiyetinde kalacak derecede güneşin parlaklığının kudretine yabancılaşmış biri için bu çok da uzak bir ihtimal değildi. Bu sebepten kâğıdı, kalemi bırakıp yeniden okumaya yöneldim. Bu konuda içim rahat; çok iyi şairler tanıyorum.

3. Kayıt

Televizyonlarda, evden çıkılmaması yönündeki telkinlerin başladığı günlerin akabinde bu söylemler “#evdekal” kampanyasına dönüşmüş ve büyük bir destek bulmuştu. Ben de, gayet tabii, bu uyarıya kulak vermiş ve evde kalmaya devam etmiştim. Herkesin evde kendi karantinasını uygulamaya çalıştığı bu zorlu süreçte aklıma Ömer Lütfi Mete’nin “Dinlence” şiiri gelmişti. Bu şiir, tam olarak içinde bulunduğum duruma pozitif bir şekilde yaklaşıyor ve bana da bunu öğütlüyordu:

“Uzun uzun uzansam divana
Yazsam okusam, okusam yazsam
Biri devamlı çay verse bana
Kâh bir çocukluk etse de kızsam

Ve kalkıp affetsem kana kana
Yemyeşil gözler altında sızsam
Uzun uzun uzansam divana”

Evde kalmakla mükellef olduğumuz bir zaman dilimini, bu zaman diliminde kitap okuyabilmenin verdiği huzuru iştah kabartacak derecede mısralara işlemişti. İşte bu şiir, evden dışarı çıkamadığım bu günlerde benim motivasyonumu toparlamama yardım ediyor. Edebiyatın gücünü ve bu güce kaynaklık eden kuvvetlerden biri olduğuna inandığım samimiyeti, içerisinde bulunduğumuz bu zor zamanda daha fazla tatmamız gerektiği kanaatindeyim. Dolayısıyla, birbirinin benzeri işler yapmaktan yorulduğumuz; belki en sevdiğimiz işi yapmaktan gına geldiği; ruh sağlığımızı muhafaza etmekte güçlük yaşadığımız bu günlerde edebiyatla hemhâl olunmasını, en iyi çıkış yollarından bir tanesi olarak görüyorum. Zaman zaman odaklanmakta zorluklar yaşasam da henüz vazgeçmiş değilim. Bununla birlikte, farklı çözüm önerilerine de açığım.

2. Kayıt

Evde sıkıntıdan çıldırmak üzere olduğum günler gelip geçerken haftada bir iki kez ihtiyaç üzerine gittiğim marketi saymazsak dışarı çıkmadığımı söyleyebilirim. Görüldüğü üzere tüm riski üzerime alıp cesaretle sokağa atılan ve alışveriş vazifesini ifa eden kimse benim.

Geçtiğimiz günlerde marketten alışverişimi yapıp sosyal mesafemi korumak suretiyle geçtiğim kasa sırasında etrafa göz atarken gazetelerin arasından düşmüş olan bir satranç kitabı dikkatimi çekti ve hiç kimsenin görmediğine emin olduğum anda direkt cebe indiriverdim. Bir hücreye benzeyen çalışma odamda kafayı yemek üzereyken bu kitap ilaç gibi gelmişti. Elimde satranç tahtası ve taşları olmadığı için kolonya ve dezenfektan şişelerinden yaptığım taşları kareli yatak örtüsüne yerleştirerek oynamaya başladım oyunu. Sıkıntımın yavaş yavaş dağıldığını fark ettim. Bir süre sonra yatak örtüsüne duyduğum ihtiyaç da ortadan kalktı; kitabın başlangıçta soyut nitelik taşıyan a1, a2, c7 ve c8 gibi işaretleri, alnımın arkasında görsel, plastik konumlara dönüştü. Öyle ustalaşmıştım ki kokusu odanın her zerresine buram buram işlemiş olan kolonyanın şişelerini kaldırıp atıverdim bir köşeye. Satranç tahtasını beynimin köşesindeki bir masanın üstüne taşıyıvermiştim. Kitaptaki her satranç partisi adeta zihnime kazınmıştı. Artık bu partilerin tekrarını yapmak zevk vermiyor, zevk vermek bir yana beni yeniden çıldırma raddesine taşıyarak çeşitli bunalımlara sevk ediyordu. Bunun da çözümünü, kendi kafamdan yeni oyunlar üreterek buldum. Kendime karşı oynarken yeni hamleler icat etmek, yeni stratejiler geliştirmek, içinde bulunduğum bu serüveni daha farklı bir boyuta taşımıştı. Bilincimin iki ayrı parçaya bölünmesi, birbirlerinin bilmedikleri hamleleri karşılıklı olarak yapması aynı kişide birleşen siyah ve beyazın durumunu daha karmaşık hâle getirmişti. Hamleler zihnimde ardı sıra yapılıyor ve dudaklarımdan sadece “şah”, “mat” sözcükleri dökülüyordu. Sonrası zifiri karanlık ve sessizlik…

Sabah uyandığımda sanki asırlık bir uykudan uyanmış ve yeni günü selamlamış gibiydim. Çevremden insan sesleri geliyordu. Gözlerime temas eden görüntü beynime ulaştığında karşımdakinin bir doktor olduğunu fark ettim. Aile hekimimizin yaptığı tetkiklerin neticesinde teşhisin “satranç zehirlenmesi” olacağını beklerken o, bu satırları kaleme aldığım şu anda adını hatırıma getiremediğim, mühim olmayan bir rahatsızlığın ismini zikretmişti. Ancak, “arada bir balkona çık da az hava al” dediğini hâlâ hatırlıyorum. Bu günler geçene kadar sizlere de tavsiye ederim.

1.Kayıt

Acıların odağında ve felaketin eşiğinde olduğumu hissedip duvarların muhasarasına gönülsüz rıza gösterdiğim günlerin belki de henüz başındayım. Bahar, “merhaba” demek için son kez yutkunup sözünü dimağında toparlarken bu çağrıyı cevapsız bırakacak olmam yirmi üç yıllık yaşamımın alışkanlık dairesinin pek dışında kalıyor. Zira, bu zamanları yazın sıcağına ve kışın soğuğuna tercih ettiğim pek malumdur. Bahar gelirken, tatlı hafif esintilerini, yakmayan sıcağını, üşütmeyen yağmurunu heybesine yükler ve kıymet bilenlere bahşederdi. Fakat ne yazık ki bu kez, bu huzuru kimse tadımlayamayacak zannediyorum. Esasen bunun evde kısılıp kalmaktan daha öte bir anlam ihtiva ettiği ve daha farklı sebeplere bağlı olduğu kanaatindeyim. Fedakar sağlık çalışanlarının işini kolaylaştırmak, harcanılan emeklerin neticesinin alınmasına yardımcı olmak, bu salgının daha büyük boyutlara ulaşmadan, daha büyük acıları yaşatmadan bir an evvel terk-i diyar etmesi ve sevdiklerimizle göreceğimiz güzel günlerin temsili olan baharlar için, bir defaya mahsus, baharı karşılamayalım. Hep beraber bugünlerin anısını yarına taşıyalım. Yarının dünlerimizden daha güzel olması için, hayatımızdan bir bahar eksilse ne olur?

spot_img

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz