0,00 TRY

Sepetinizde ürün yok!

İçimizde Göğe Yükselen Ne Çok Şey Var

Şöyle başladığımı hatırlıyorum sözlerime: “İçimizden konuşmaktan kendi sesimizi unuttuk. İçimizi konuşmaktan kendi sözlerimizi tükettik. Ve sıkıldık, yorulduk… Hangi konuda ne söyleyeceği üç aşağı beş yukarı belli insanlar olarak biraraya geliyor, bir vazife gibi söylenmesi gerekenleri söylüyoruz. Sonra mutlu mesut dağılıyoruz. Ama yeni bir şey söylememiz ve kendi etrafımıza ördüğümüz bu duvarların ötesinde bakmamız lâzım.”

Oysa biliyorum ki hepimiz farklı farklı pencerelerden görüyoruz şu koca dünyayı. Ama birçoğumuz gördüklerini anlatmayı çoktan bıraktı ya da buna hiç teşebbüs etmedi; yıldığından, anlaşılamama endişesinden ya da zahmete gerek olmadığını düşündüğünden. Biraraya gelince, herkesin üstünde hemen hemen ortaklaştığı konularla sınırlı bir muhabbet yapmanın, biraz geçmişi yâd etmenin, “hayırlısı” kelimesini nokta yerine kullanarak dağılmanın riski azdı üstelik ve her şeyden önemlisi bir yere âit hissetmemizi en kestirme yoldan temin ettiğinden hayli konforluydu. Yeni tanıştığım, eskiden beri tanış olduğum ve tekrar tekrar tanıştığım insanlar vardı masanın etrafında. Orada söyledim mi hatırlamıyorum fakat o toplantının ardından içimden şu cümlelerin geçtiğini çok iyi hatırlıyorum; yeniden tanışacağız arkadaşlar, bıkmadan, usanmadan yeniden tanışacağız, tâ ki birbirimizi anlayana kadar, tahammül etmeyi öğrenene kadar yeniden tanışacağız. Çünkü birbirimizden öğreneceğimiz çok şey olduğunu bir kez daha görmüştüm Ayarsız’ın ilk toplantısında.

Derdimizi iyi anlattığımızı sanmıyorum, doğrusu ya aklımızın da net olduğunu söyleyemem, sâdece korunaklı alanlarımızın dışına çıkmanın, ezber cümlelerimizi tekrar etmekten vazgeçmenin zamanı geldiğini düşünüyorduk. Bunları aktardık katılan arkadaşlara, onlar da kendi çevrelerine anlattılar, bir anda muhtelif ağlardan yazılar, şiirler akmaya başladı. Herkes bir tarafından tutarak bu mütevazı gayreti bir coşkuya çevirdi. Kısa sürede 48 sayfa olarak tasarladığımız Ayarsız’ın planlanan hacminin epey üstünde yazı ulaştı elimize, mümkün olduğunca çok yazıya yer açmak için bu sayılık 56 sayfaya çıktık, hâlen de yayınlayamadıklarımız var. Daha ne olsun!

Çâresiz insanlardan daha muhtaç kim olabilir ki? Biliyorum insanoğlu muhtaçtır ama çâresiz bir adam, neye muhtaç olduğunu bile bilemeyen adamdır. Bir heykel gibi dikilir hayatın kıyısında, başka türlüsü de elinden gelmez. Giderek çâresiz adamlar hâline dönüştüğümüzü söylesem çok mu ileri gitmiş olurum bilmiyorum ama en azından zaman zaman eline tutsak düştüğüm bu histen kurtulmanın reçetesi olarak Ayarsız’ın ruhuma şimdiden iyi geldiğini söyleyebilirim. Dilerim sizlere de iyi gelir. Gelmezse de henüz yolun başındayız, ruhumuza iyi geleceğini düşündüğünüz reçeteleriniz varsa bekliyoruz. Koca karı ilacı ya da modern tıp fark etmez, yeter ki derd-i derûnumuz şifa bulsun.

Birkaç kelâmım daha var söylemem gereken, ama hem yerim az, hem sona gelmiş olmanın mutlu sermestliği içinde zihnimi toparlayamıyorum. Yazı alanımı daraltan sebep ise aşağıda yer vereceğim Ahmet Turan Tiryaki’nin yazısı. Muhayyilesi yüksek dostumuz Tiryaki’nin anlattığı gibi gerçekleşmedi toplantı, öncelikle onu söyleyeyim. Ayrıca haksız ithamlarına mâruz kalan bir grup insan olarak, ki nerdeyse katılan herkes, kendisine tez vakitte öğle üzeri bir ziyarette bulunmayı ve yüklüce bir yemek faturası ödetmeyi planladığımızı da ekleyeyim. Tiryaki tarafından kaleme alınan Ayarsız’ın ilk toplantısıyla ilgili ve yüksek bir tahayyül ürünü bu yazıyı ihtiyatla okumanızı öneriyor, onun canını en çok acıtacağını düşündüğüm sırrı ifşa ederek de cümlelerime son veriyorum: Toplantıya katılan genç kardeşlerimiz, kendisinden “hâbire ikramları götüren amcanın ismi neydi?” diye bahsediyordu!

İşte Ahmet Turan Tiryaki’ye göre Ayarsız’ın çıkış hikâyesi ve arkasındaki gerçekler:

Hikâyeyi en baştan anlatayım size. Muhtemelen elinizdeki mecmuanın ilk sayısı olması münasebetiyle derginin giriş kısmında “neyiz-ne değiliz, maksadımız nedir?” mealinde bir girizgâh vardır. Fakat orayı okumayacağınızı tahmin ediyorum. Çünkü dergilerde o bölümler “canı sıkılmış asosyaller” hâricinde kimse tarafından okunmaz. Neden okunsun ki? Mantıklı bir izahı yok. Ben kendi açımdan bunu okuduğunuz iç sayfa yazısıyla deneyeceğim. Buyurun, Tiryaki’nin hikâyesi:

Önce bir öğlen yemeğine dâvet edildim. Böyle bir mecmuadan bahsedildi ve yazmam istendi. “Hâllederiz” dedim. Dedim ama hâlletmeyeceğimiz gün gibi âşikârdı. Sonra bir daha telefon görüşmesi, “bakarız” dedim. Baktılar ki ağır naz makamıyız, eylemlerini artırdılar. En son bir telefon daha geldi ve “Cumartesi günü falanca yerdeki toplantıya katılmazsan…” Baktım şartlar olgunlaşmış, “en kötü çay içeriz!” dedim.

İkibin Onaltı senesinin Altı Şubat’ıydı. Kalktım, kahvaltımı yapmadım. Kahvaltı yapmaya oldum olası alışamadım ben. Kâfi miktar çayı ve tütün gıdasını tükettikten sonra, bismillah deyip davet edildiğim yere gittim. Henüz kimse yok! Biraz oyalanırım diye telefonumu aldım, bir koltuğa iliştim. Çok sürmedi, toplantı yeri yavaş yavaş dolmaya başladı. Ben de geçip yerimi aldım.

Süleyman Şah koltuğunda, Ragıp Ağabey oturuyor. Tanışmıştık daha önce, hatırlamadı, ama olsun! Dördüncü kez tanışmak da dünyanın sonu değil en nihayetinde. Başladı anlatmaya. “Dergi çıkarmayı düşünüyoruz” dedi. İçimden, “Hiç şaşırtıcı değil. Biz ki 16 imparatorluk 54 devlet kurmuş ve yüz bilmem kaç küsur dergi çıkarmış bir milletiz” dedim. Sonra dışımdan da dedim bunu. O sıra çay servisi aksıyordu, kuru pasta tabağını yanımdaki Afşin Bey’le benim tam arama koymuşlardı, gergindim ve ne söylediğimi bilmiyordum. Sonra kuru pastaları tırtıklamaya başlayınca biraz daha rahatladım diyebilirim.

O rahatlık çok sürmedi, üst üste konuşan birkaç kişi akademisyen olduğunu söyleyince tansiyonum çıkmaya, duvarlar üstüme üstüme gelmeye başladı. Bu başka bir bahis, anlatırız bir gün… Az kalsın koç gibi dergi fikri stratejik araştırmalar merkezine evrilecekti.

Mesele şu: Bir ülkenin gücü değişik şekillerde tanımlanabilir. Klâsik ve teknik bir tanımlama yapmak istenirse, sabit verileri (SV) tarih (t), coğrafya (c) ve nüfus (n) olarak, potansiyel verileri (PV) ekonomik kapasite (e), teknolojik kapasite (tk) ve askerî kapasite (a) olarak tanımlarsak, bir ülkenin gücünü şu formülle gösterebiliriz: G = (SV+PV) x (SP x Sİ). Bu formülde SP stratejik planlamaya, Sİ siyasî iradeye tekabül etmektedir. SV = t + c + n ve PV = e + tk + a olduğu için formülün açılımı G= {(t+c+n)=(e+tk+a)} x (SPx Sİ) şeklindedir.

Pardon, karıştı. Bu, Sayın Başbakan’ın Mars’ta bulunan buzulların oluşma evresinde ortaya çıkan “Allah diyen fok balığı” hakkında bizleri irşâd ettiği formüldü. Bu da kıymetlidir ama Ragıp Şah’ın tespiti hepimizi can evimizden yakalamıştı. Durun hatırlamaya çalışalım.

Bir grup adam; mensup oldukları camiada (MOC), içinde yaşadıkları cemiyette (İYC) varoldukları şekilde, kendilerini ifâde etme imkânı (KİEİ) bulamıyorlardı. Öyleyse yazalım formulü: KİEİ = İYC – MOC. Buradan toplantıya katılan tüm mühendislere selâm ederim!

Süleyman Ragıp’ın yaptığı tespit, daha sade gibi durabilir fakat kesinlikle içimizi okumuştu. O dakikada hüzünlendim. Kaç tarçınlı kurabiye, kaç susamlı bisküviyi üst üste ezdim hatırlamıyorum. Pratikte bunun karşılığı, hepimiz hainiz fakat henüz aramızdan bazılarımız ihanet etmedi, demekti. Buradan Soğuk Savaş yıllarının ideolojik ritüellerine kadar gidebiliriz, isteyen buyursun gitsin! Biz o arada bir mola verdik. Kapının önüne çıkılacak… Bir grup kümeleşmeler oluyor farkındayım, her an bir akademik dayanışmaya kurban gidebilirim! Yanıma en genç, en cevval arkadaş olan Kürşad’ı da alarak çıktım. Buyursun gelsinler akademisyenler!

Ne anlatıyordum ben? Konu epey dağıldı. Ha, dergi çıkaracaktık. Şimdiki gençler farklı tarzda üretip farklı tarzda tüketiyorlardı. Postmodernist tüketim algılarının (içinde post geçmeyen çağdaş edebiyat yazısı mı olur bre?) şekillendirdiği bu çağda biz de kuralına göre dans edelim diyorlar. Tamam, gayet güzel! Arada “işte bu genç kadro” diye bir şeyler duyuyorum ama emin değilim. Hâziruna bakıyorum, % 70’i kel, % 83’ü göbekli. Sırma saçlı, filinta gibi bir ben varım. İçimden diyorum ki “bunlar verecek bana gazı, derginin her işini bana yıkacaklar!” Nitekim Şah Ragıp Paşa, ağzımızdan çıkan her kelimeyi ceza olarak kaydediyor: “tasarım için ne zaman müsait olurmuşum?” Bir de güzel söylüyor ki, kasabın keseceği koyunu okşayıp sevdiği gibi, neymiş efendim istediğimiz gibi müdâhil olabilirmişiz, yarın bir gün “sen çekil biz yapalım” diyebilirmişiz… Yer mi Anadolu çocuğu? Gece on ikiyle sabah altı arası her gün müsait olduğumu söyledim. O yaşta bu tempoya katlanması mümkün değil!

O ara Kayserili birkaç kişi derginin yaşama şansını, maliyetlerini vesâir hesap ettiler. Süleyman Ragıp Çelebi, “O konuda sıkıntı yok!” dedi. Eeee, ömrü dergi çıkarmakla geçmiş. Kayserililer ikna olur gibi oldular. Ben bir iki sorti yapıp, “Çok kazanırsanız bize de verecek misiniz?” diye sordum ama her seferinde duymazdan gelindi. Anladım ki ekip yeteri kadar tecrübeli, ömür geçmiş ama boşa geçmemiş. Fakat biz de biraz oranın buranın tozunu yuttuk. İşbu yazı yayınlanırsa, 55,00 TL nakit para almadan ikinci sayıya yazmayacağımı okurlar huzurunda beyan ederim. Emek kutsaldır! Yazarın mürekkebi kurumadan parasını ödeyin! 5 lirasını duvara asacağım, gelecek nesiller yazarak da para kazanılabileceği hakikatini unutmasınlar! Geri kalan 50 liraya da kâğıt beş lirayı çerçevelettiririm. Hayat pahalı, ancak yeter. Ondan sonra çaktırmadan tirajı takip ederiz. Alacağımız çıkarsa, nakit tahsil edemezsek semaverle tahsil ederiz.

Genel bir çerçeve çizildikten sonra davetliler teker teker konuşmaya başladılar. Geçenlerde okuduğum bir haber geldi gözlerimin önüne. Vatandaşın birisi hız tutkunuymuş, son model arabalarda bu modifiyeyi yapınca dikkat mi çekiyor neyse tutmuş Şahin (Ürün yerleştirme denemesi Vol1) marka bir otomobile Alaman gâvurunun yaptığı bir otomobilin (parayla da olsa ecnebi reklamı yapmayız) motorunu takmış. 240 basınca dikkatini çekmiş polisin, yakalamışlar. Dâvetliler konuşmaya devam ettikçe o adamla bizim Ragıp Şah Süleyman’ın ruh ikizi olduğu fikrine kapılmaya başladım. 240 basacak motoru topluyor, her zaman görmeye alışık olduğumuz bir kaportanın altına saklıyor. Neyse biz uyaralım da yine, “devletten bir şey kaçmaz!”

Derginin adı da konuşuldu tabiî toplantıda. Aslında şöyle oldu. Ekip toplanmış, derginin içeriğini, sayfasını, kapağını, adını düşünmüş, karar vermiş. Bizimle fikir alışverişi yapıyor gibi görünüyorlar, ama dostlar alış verişte görsün. Derginin adını duyunca aklımı oynattım. Ayarsız! Yeminle söylüyorum birileri mahsus yapıyor bunu. 10 yaşında sokakta oynarken beni çekip bir ayar yaptılar, her gece Sovyetlere saldırıyorum, tankların üstüne yürüyorum falan… 40 yaşında, pardon dediler. Şimdi bizi sokağa geri salıp “ayarsız” takılın diyorlar.

Aranızdan bazıları, yazı o kadar çok dağıldı ki Tiryaki nasıl toplayacak diye merak ediyor olabilirsiniz. Ben de aynı şekilde “Ragıp Ağabey bu dağınık kitleyi nasıl toparlayıp bir dergi çıkaracak” diye büyük bir merak içindeyim. Ne diyelim, hayırlısı olsun…

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
spot_img

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz